Daha önce salat için
* yaşam tarzı
* mesai
görüşleri gündeme getirildi.

Aşağıdaki ayetler özellikle "salatın ikamesi" ile ilgili ayetler. Öne sürülen düşüncelerin yorumsuz bir şekilde aşağıdaki ayetlere oturması gerekiyor.

Yorumsuz diyorum çünkü Allah tek sözcükle "salat" sözcüğü ile çelişkisiz bir şekilde aşağıdaki ayetleri dikkatimize sunmuştur. Bu nedenle ayetler incelenirken düşünülen anlamı vermek için sözcükler üzerinde oynama yapılmadan yaz-gör mantığı uygulamak gerekiyor.

Daha sonra ayetleri çevirilerine göre dilediğimiz gibi yorumlayabiliriz.

· 17/78 Doğruluğa destek ol! Güneşi batırmak için… Ta gece boğulsun Kuran açığa çıksın… Kuran’ın açığa çıkışı tanık olunmuştur!
· 11/114 Gündüzün iki ucunda da gecenin saçağında da doğruluğu destekle... İyilikler kötülükleri silip götürür. Bu, öğüt alacak olanlara bir öğüttür.
· 2/125 [...] İbrahim'in doğrultusundan bir destek edinin. [...] (1)
· 2/238 Büyük destekleri, olağan desteği ve Allah için boyun eğerek doğrulmayı gözetin.
· 4/43 İnananlar desteklemeye yakınlık duymayın, kendinizden geçmiş söylediğinizi bilmiyorken, uzaktayken...
· 4/77 Görmedin mi "Elinizi savaştan çekip, doğruluğu destekleyin, zekatı verin," denilenleri[...]
· 4 / 101 Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkarcıların size saldırmasından korkuyorsanız desteğinizi gizlemekte bir sakınca yok. Kuşkusuz inkarcılar sizin açık düşmanınızdır.
· 4 / 102 Sen içlerinde olup onlarla birlikte doğruluğa destek olduğunda bir grup sizi korumak için yanınızda bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsın. Onlar onaylayınca arkanızda bulunsunlar. Sonraki desteklememiş grup gelsin ve seninle birlikte desteklesinler. [...]
· 4 / 103 Desteği dosdoğru uyguladığınızda, otururken kalkışınızda ve uzaklaştığınızda Allah'ı anın. Güvene kavuştuğunuzda da desteğinizi dosdoğru uygulayın. Doğruluğa destek bağlılara her anlarında yazılmıştır.
· 4 / 142 İkiyüzlüler Allah'ı aldattıklarını zanneder. Halbuki O, onları aldanmış bırakır. Onlar doğruluğu desteklerken ağırdan alırlar. Çünkü insanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az anarlar.
· 5/58 Onları desteklemeye çağırdığınızda alay edip eğlendiler. Düşünmeyen bir topluluktur onlar.
· 8 / 35 Onların, beytteki destekleri hilekarlık ve yasakçılıktan başka bir şey değil. [...]
· 9 / 103 Onları temizlemek ve yüceltmek için onlardan bağışlarını al ve onları destekle, zira senin desteğin onları sakinleştirir. Allah İşitendir, Bilendir.
· 10/87 Musa'ya ve kardeşine: "Halkınız için şehirdeki evlere yerleşin ve evler doğrultun, inananları destekleyin ve müjdeleyin," diye vahyettik.
· 11 / 87 Dediler ki: "Şuayb, senin doğruluğu destekleme ilkelerin atalarımızın tapmış olduklarını veya ticaretimizi dilediğimiz gibi çevirmekten vazgeçmemizi gerektiriyor! Aslında sen yumuşak huylusun, akıllısın."
· 2/45 Destekte direnirken yardım isteyin korkanlar hariç bu diğerlerine ağır gelir.
· 2/153 İnananlar destekte direnirken yardım dileyin. ALLAH direnenlerledir.
· 5/91 Şeytan, sarhoş edicilerle, kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi ALLAH`ı anıp desteklemekten alıkoymak ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?
· 6/92 Bu, kendisinden öncekileri doğrulayan kutlu bir kitap olup ülkelerin anasını ve etrafındakileri uyarman için indirilmiştir. Ahirete inananlar ona inanırlar ve onlar doğruluğa desteklerine de devam ederler.
· 7/170 Kitaba sarılıp doğruluğu destekleyenlere gelince, iyiliğe çalışanları ödülsüz bırakmayız.
· 9/5 Sınırlandırıldıkları dönemden sonra ortakçıları yakaladığınız yerde öldürün. Onları yakalayın, onları kuşatın ve her hareketlerini izleyin. Tevbe edip doğruluğu desteklerlerse ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir.
· 9/11 Tevbe ederlerse, doğruluğa destek olurlarsa ve zekat verirlerse ilkedaşınız olurlar. Bilenlere ayetleri böyle açıklarız.
· 9/54 Yardımlarının kabul edilmesine engel sadece şudur: Allah`ı ve elçisini inkar ettiler, doğruluğa desteklerini ağırdan alırlar ve yardımları da isteksiz yaparlar.
· 13/22 Ve onlar ki sadece Rab`lerinin yüzü için direnirler, doğruluğa destek olurlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık yardım için harcarlar ve kötülüğü iyilik ile savarlar. Son durağı onlar hak etmişlerdir.
· 14/31 İnanan kullarıma söyle, alış-verişin ve dostluğun olmadığı gün gelmeden önce doğruluğa destek olsunlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık yardım için versinler.
· 14/37 ``Rabbim, ben çocuklarımdan bazısını, sınırlandırılmış evde ekinsiz bir vadiye yerleştirdim doğruluğu desteklesinler diye... İnsanların gönüllerini onlara karşı sevgi ile doldur ve onları ürünlerle rızıklandır ki şükretsinler.``
· 14/40 ``Rabbim beni ve zürriyetimi doğruluğun destekçilerinden kıl... Rabbimiz dualarımı kabul et.``
· 17/110 De ki: “İster Allah ister Rahman hangisiyle çağırırsanız, tüm güzel isimler O`nundur.” Doğruluğa desteğinde çığırtkan olma ama gizleme de; ikisinin arasında bir yol tut.
· 19/59 Onlardan sonra gelenler doğruluğa desteği yitirdiler ve arzularına uydular. Nitekim, felakete uğrayacaklar.
· 22/41 Onlar ki kendilerini yeryüzüne yöneticiler kıldığımız zaman doğruluğa destek olur, zekatı verir, iyiliği emreder ve kötülükten menederler. Son karar ALLAH`a aittir.
· 24/37 Kişiler vardır. Onları, Allah`ı anmaktan, doğruluğa destek olmaktan ve zekatı vermekten ne bir iş ne de bir ticaret alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.
· 24/58 …. Doğruluk açığa çıkmadan önce, doğruluktan sonra…... (2)
· 29/45 Sana vahyettiğimiz kitaptan oku ve doğruluğu destekle. Çünkü doğruluğa destek, iğrenç ve kötü şeylerden vazgeçirir, Allah’ı anmanın en büyüğüdür. Allah ne yaptığınızı bilir.
· 31/17 ``Sevgili oğlum, doğruluğa destek ol, iyiliği emret, kötülükten menet ve başına gelene diren. Bunlar temel davranışlardandır.``
· 42/38 Onlar, Rab`lerinin çağrısına karşılık verip doğruluğa destek olurlar, işlerini aralarında danışma ile kararlaştırırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan yardım için verirler.
· 62/9 İnananlar, doğruluğa destek için toplanma günü seslenildiğinde Allah`ı anmak için acele edin ve alışverişi bırakın. Bilseniz, bu sizin için daha iyidir.
· 62/10 Doğruluk karara bağlanınca yeryüzüne yayılarak ALLAH`ın lütfunu arayın ve ALLAH`ı sürekli anmaya devam edin. (3)
· 107/4,5,6 Vay o doğrultmuşlara ki onlar doğruluğu umursamıyorlar, gösteriş yapıyorlar.


(1) Makam=doğrultu için Bkz. “KUM” sözcüğü ile ilgili yazım.
(2) Konuyu manipüle etmemek için şimdilik çevirimi yazmadım
(3) Kudiyetis-salat, kudiye ifadesini şu ayetlerde dikkatle inceleyiniz. 2:210, 6:8, 6:58, 10:11, 10:19, 10:47, 10:54, 11:44, 11:110, 12:41, 14:22, 19:39, 39:69, 39:75, 40:78, 41:45, 42:14, 42:21, 46:29, 62:10

Arif Aydoğmuş

Kuran-ı Kerim kendi ayetlerinin anlamlarının insanlar tarafından nasıl bozulabileceği konusunda bizi uyarmıştır. Kuran-ı Kerim ayetlerin anlamının 3 şekilde bozulacağını söylüyor. 1. Tahrif 2. Tebdil 3. Ilhad

1. Tahrif 2/75

Bu tahrif şekli, ayetin içinde bulunan bir kelimenin Allah tarafından konulduğu yerden (mevazinden) kaydırarak anlamını bozmaktır..Örnek olarak evimizde salonda bulunan bozuk (tahrif edilmiş) bir televizyon düşünelim. Televizyonda ses vardır fakat görüntü yoktur.

2. Tebdil 10/15
“Beddele” kökünden gelen bu kelime ayetlerin içinde bulunan bir kelimeyi, ayeti içinden çıkartıp başka bir kelime koyarak anlamını bozmaktır.2/59, 2/211, 7/162, 40/26, 2/181, 7/95, 4/56, 18/27

3. Ilhad 41/40
Bu anlamı bozma şekli ise yukaridaki iki şeklin dışında ayetlerin anlamlarıyla oynamak şeklinde ortaya çıkıyor. 41/40, 22/25, 7/180

Yukarıda verilen metodlara sadık kalarak Adem’in cennetten kovulma olayını incelemeye başlayalım. Bakalım acaba asırlardan beri anlatılan “Adem ile Havva” “Yasak elma” olay doğru mu?

“Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu. Ve dedik ki: "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böylece onları içinde bulundukları (durum)dan çıkardı. Biz de: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve meta vardır" dedik.
Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir Dedik ki: "Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." 2/34-35-36-37-38

“Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Şeytan, kendilerinden 'örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir." Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti.Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi veüzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rablerikendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanınsizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?"

Dediler ki: "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız."(Allah) Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır." Dedi ki: "Orda yaşayacak, orda ölecek ve ordan çıkarılacaksınız." Ey Ademoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik (varettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın.
Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir.Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” 7/19-20-21-22-23-24-25-26-27

“Bunun üzerine dedik ki: "Ey Adem, bu gerçekten sana ve eşine düşmandır; sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun." Şüphesiz ki, senin acıkmaman ve çıplak kalmaman orda (cennette kalmana bağlı)dır." Ve gerçekten sen burada susamayacaksın ve güneş altında yanmayacaksın da." Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: "Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?" Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti. Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz ordan inin.Artık size benden bir yol gösterici gelecektir; kim benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz." 20/117-118-119-120-121-122-123

Şimdi Kuran-ı Kerim’de Adem konusunun geçtiği yukarıdaki ayetlerin anlamlarına Kuran’a sadık kalarak incelediğimizde çok farklı neticelere ulaşıyoruz. Yukarıda yazmış olduğumuz ayetlerin içinde sizin için bazı kelimeleri seçip bu kelimeleri İlahi kitapta başka ayetlerde başka konularda hangi anlamda kullanıldığını inceleyeceğiz ve bu kelimelerin öğrendiğimiz anlamalarını yukarıda okuduğumuz ayet metinlerine yerleştirdiğimizde göreceksiniz ki Adem ile eşinin cennetten kovulma konusu çok farklı yerlere gitmektedir. Konunun içinden seçtiğimiz kelimelere gelince;

1. Cennet
2. Agaç (Şecere)
3. Tatmak (Zevg)
4. Çirkinlikler (Sevatühuma)
5. Ortaya Çıkma (Beda)
6. Cennet Yaprağı (Varak)
7. Oradan çık (İhbitu)
8. Elbise (Libas)
9. İndirme (İnzal)

Cennet

Kıssasta Allah tarafından Adem ve eşinin cennete yerleştirildiğinden bahsedilmektedir. Cennet kelimesi deyince yeryüzündeki bu kelimeye aşina insanların %99 bölümü ebedilik yurdu cenneti algılamaktadır. Fakat İlahi metodla Kuran’ıKuran ile anlamaya çalıştığımızda burada bir anormallik olduğunu hissediyoruz. Buanormallik nedir dersiniz buyrun beraber bakalım;
Adem’in yaratılır yaratılmaz cennet denilen yere yerleştirildiğini görüyoruz. Cennetkelimesi Kuran’da hem İlahi ebedilik yurdu hem de yeşil mümbit bir bahçe anlamınageliyor.

“Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştiripgüçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin (cennet) örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir.” 2/265,

“Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini (cennet) , buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye (cennet) dönüştürdük.” 34/16

“Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı (cennet)verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik.” 18/32

"Belki Rabbim senin bağından (cennet) daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir."18/40

Gerçek şu ki, biz o bahçe (cennet) sahiplerine bela verdiğimiz gibi, bunlara da bela verdik. Hani onlar, sabah vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka devşireceklerine dair and içmişlerdi.68/17

Bu ayetlere baktığımızda Türkçesinde bahçe diye çevirilen kelimelerin hepsinin arapcası Adem’in yerleştirildiği cennet kelimesi ile aynıdır. Fakat biz sadece bu benzerlik ile kalmayıp, iki cennetin arasındaki farkı yine ayetlere sadık kalarak incelemeye devam edelim.

1. Ahiretteki cennet ebedidir

“…Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.” 2/25,

“İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır.”7/42

“Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir.” 9/72

“Orda onlara hiç bir yorgunluk dokunmaz ve onlar ordan çıkarılacak değildirler.” 15/48

Adem ve eşinin yerleştirildiği cennet ebedi değildir.“Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böylece onları içinde bulundukları (durum)dan çıkardı...” 2/36

“Bunun üzerine dedik ki: "Ey Adem, bu gerçekten sana ve eşine düşmandır; sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun." 20/17

İlgili ayetlere bakıldığında Adem ile eşinin bulunduğu cennette hata yapılmıstır ve kovulunmustur.

2. Ebedilik yurdu cennette günaha girmek yoktur.

İlahi cennette böyle bir olay yoktur. Neden?

“Güneş, köreltildiği zaman, Yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman, Dağlar, yürütüldüğü zaman, Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman” 81/1-2-3-4

“Güneşe ve onun parıltısına (vedduha-sicaklik) andolsun” 91/1 İlgili ayetlerden anlıyoruz ki ebedilik yurdu olan cennette böyle bir susamanın olmayacağı, güneşinde kıyamet gününde köreltileceğini anlıyoruz.

4. Kuran-ı Kerim’in tümüne baktıgımızda ve 67/2 ayeti ile beraber baktığımızda ebedilik yurdu cennete girmek için iman artı salih amelde bulunmak gerekiyor.

“O, amel (davranış ve eylem) (ahsenu amel)bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” 67/2

“Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar, cennete girecekler ve hiç bir şeyle zulme uğratılmayacaklar.” 19/60

“Şüphesiz Allah, iman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Gerçekten Allah, her istediğini yapar.” 22/14
“Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." 16/32

Hesap gününde de terazinin ağır basması gerekiyor; “O gün tartı haktır. Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır.”
7/8

“Artık kimin tartısı ağır basarsa, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. “ 23/102

Ya da direk cennete girebilmek için;“Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.” 2/154 Allah için öldürülmek gerekiyor.

Kuran’a baktığımız zaman, Adem ise yaratılır yaratılmaz eşi ile beraber cennete yerleştiriliyor. Yukarıdaki cennet tasviri ile bu cennetin aynı olması beklenemez.

5. Ademin bulunduğu cennete şeytan var.7/20, 20/120, 2/36

6. Ebedilik yurdu cennete girildiğinde, hesap görülmüş, herkes kazandıklarının karşılığı olan yere yönlendirilmiştir. Yani şeytan cehennemdedir.

“Şeytanın durumu gibi; çünkü insana "İnkâr et" dedi, inkâr edince de: "Gerçek şu ki, ben senden uzağım. Doğrusu ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" dedi. Sonunda onların akibetleri, şüphesiz ateşin içinde ikisinin de süresiz olarak kalıcı olmalarıdır. İşte zalim olanların cezası budur.” 59/16-17

“İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtacak değilim, siz de beni kurtacak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır." 14/22

Ebedilik yurdu cennette şeytanın bulunması ayetlere uymamaktadır.

ŞECERE

Bu kelime Kuran’da genellikle ağaç olarak geçmektedir. 17/60, 37/61-62-63-64 fakat 4/65 ayeti şecerenin ağaçtan başka mal ihtilafi anlamına geldiğini de görmekteyiz. Bu kelimeyi şimdilik 4/65 anlamında beklemeye alarak konunun sonunda buraya tekrar döneceğiz.

Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde (şecere)(mal ihtilafi, alacak verecek davasi) seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” 4/65

ZEVG

Tatmak, tadına varmak anlamlarında kullanılan ilgili ayetlerde (mecazi anlamda) 65/9, 6/148,59/15, 64/5 ve devam eden ayetlerde bu kelime genelde azabı tatmak, yaptıklarının karsılığını tatmak anlamlarında kullanıldığını görüyoruz.

“Artık o (ülkelerin halkı), yaptığı kötülüğü taddı (zevg) ve işinin sonucu bir hüsran oldu.” 65/9

“Bundan önce inkâr edenlerin haberi size gelmedi mi? İşte onlar, işlerinin vebalini taddılar (zevg). Onlara acı bir azab vardır.” 64/5

“Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi; onlar, yaptıklarının sonucunu tadmışlardır. (zevg) Onlara acı bir azab vardır.” 59/15

SEVATUHUMA

Kötülük, çirkin davranış anlamlarında kullanılıyor. 4/22, 4/38, 7/177, 17/32, 20/101, 17/7, 30/10, 53/31, 31/8-9. 3/31

“Kadınlardan babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın. Ancak (cahiliyede) geçen geçmiştir. Çünkü bu, 'çirkin bir hayasızlık' ve 'öfke duyulan bir iğrençliktir.' (SUE-Seyyiat) Ne kötü bir yoldu o!...” 4/22

“Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, 'çirkin bir hayasızlık' (SUE-Seyyiat) ve kötü bir yoldur.” 17/32

Numaraları verilen diğer ayetlerde de anlam aynıdır, inceleyebilirsiniz. İlgili çevirilerde bu kelime ilgili davranışı yapan Adem ile eşinin avret mahalleri anlamında kullanılıyor. (çirkin yerleri). 95/4 ayetini okursak Allah’ın insanları en güzel şekilde yarattığını görürüz.

“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” 95/4

Bu ayete ters bir anlam cıkıyor çünkü; “Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.” 18/1

Bu kitaptaki goruslerde celiski yoktur. Allah bir yerde insanin en guzel sekilde yarattim diyorsa bir yerde onun avret mahalinin cirkin oldugunu soylemez.

BEDA

Bu fiil kuranda ortaya cikarmak olarak kullaniliyor. 6/28, 39/47, 45/33, 60/4, 12/35

“Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı(beda)...” 6/28

“Onların yaptıkları şeylerin kötülüğü kendileri için açığa çıktı (beda)... “ 45/33

Bu “ortaya cikma” fiili de fiziki bir organın ortaya çıkma anlamında Kuran’da geçmediğini görüyoruz.

VARAK

Konu içinde cennet yaprakları olarak çevirilen bu kelime enteresan bir tespit ile 18/19 ayette; “... Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla (varak) şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin." 18/19 Para anlamina gelmektedir.

IHBITU

Bu kelime konu icinde Allah tarafindan Adem ve esinin cennetten cikarilmasi icin kullanilan kelimedir.Fakat ne gariptir ki bu kelime kuranda 2/74 ayetinde;

Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır (yehbitu).Allah yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir.” 2/74

... (Mûsâ): "İyi olanı, daha aşağı olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin (ihbitu), orada size istediğiniz var," demişti...2/61

"Ey Nuh" denildi. "Sana ve seninle birlikte olan ümmetler üzerine bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in (ihbit) ..11/48

Bu fiil gökten bir şeyin indirmek anlaminda değil, yeryüzünde yatay hareket eden şeyler anlamında kullanılıyor.

LIBAS

Örtü (elbise) anlamına gelir. Kuran’da ise 2/42, 3/71, 25/47, 78/10, 16/112, 2/187

ayetlerinde bu örtünme kelimesi manevi bir örtü anlamına gelmektedir. Çünkü bu örtü Adem ile eşine inzal edilen bir örtüdür.
“Hakkı batıl ile örtmeyin (libas)ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.” 2/42

“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz (libas), siz de onlara örtüsünüz (libas)... “ 2/187

INZAL

Bu indirme fiili Kuran’da 2/176, 3/3, 4/136, 2/23, 2/97 ayetlerinde “kitap”, 17/106, 26/198, 3/11 ayetlerinde “ayetler”, 15/8, 3/124’te “melekler” , 6/37 ayetinde “mucizeler” , 15/9 ayetinde “ez zikir” olarak geçmektedir.Bu indirme fiili yeryüzüne gökyüzünden (semadan) birşey indirildiğinde, Allah tarafından kullanılır.57/25 ayetınde Allah hadid (demir madenini) başka bir galaksiden indirdiğini ifade ediyor.8. maddedeki libas (örtü) elbisesinin de gökyüzünden inzal ettiğini (indirdiğini) söylüyor. Demek ki bu örtü mecazi anlamda bir örtüdür ve Allah tarafından indirilmiştir. Yoksa Allah’ın bildiğimiz tekstil elbiseleri de yukarıdan indirdiği gibi komik bir anlayışa düşmüş oluruz.

HULD

Bu kelime 21/34, 25/15, 32/14, 41/28 ayetlerinde uzun, sürekli,devamlı anlamlarına gelmektedir.

“Öyleyse bu (azab) gününüzle karşılaşmayı unutmanıza karşılık azabı tadın.Biz de sizi gerçekten unuttuk; yaptıklarınıza karşılık uzun süreli (huld) azabı tadın.” 32/14

“Bu, Allah'ın düşmanlarının cezası olan ateştir. Bizim ayetlerimizi inkar etmeleri dolayısıyla bir ceza olarak, orada onlar için uzun süreli (huld) kalış yeri vardır.” 41/28

Şeytan Adem ile eşini kandırmak için onlara sarsılmaz bir mülkü tavsiye ediyor. Yani ŞECERETUL-HULD’u. Yukarıda şecere kelimesini yarım bırakmıştık, şimdi burada huld ile birleştirdiğimiz zaman ağaç anlamına gelmediğini, mal mülk anlamına
geldiğini anlıyoruz.

Yukarıda herhangi bir anlayışın tesirinde kalmadan bu konuya anlam veren yani konuyu ete kemiğe büründüren 9 tane kelimeyi çıkardık, konudan bağımsız bu kelimelerin yukarıda size tavsiye ettiğimiz metoda bizde uyarak (Kuran’ı Kuranla anlama metoduna uyarak) konunun içine araştırdığımız bu kelimelerin Kuran’i karşılıklarını monte ettiğimizde aşağıdaki metin ortaya çıkmaktadır.Allah, Adem ve eşini cennet denen çok verimli bir bahçeye yerleştirip onlara buradayaşamalarını tavsiye edip, bazı uyarılarda bulunuyor. Şeytan konusunda onları sakındırıyor ve şeytan’ın onlar için apaçık bir düşman olduğunu bildiriyor. Verimli olan bu bahçeden yiyin için ama dunya malına tamah etmeyin.Ben Allah olarak rızkınızı burada vereceğim, eğer buna uyarsanız (Allah’ın Rezzak sıfatına güvenirsiniz) acıkmanız (yani eksiklik) olmayacak. Ama şeytan onları açlık, fakirlik duyguları ile vesveselendiriyor. 2/268. Bahçe mallarından ihtiyaç fazlasını biriktirip istif etmeye yönlendiriyor.

O zaman insanda bulunan bu mal ve dünya hayatına düşkünlük ihtirası ortaya çıkıyor ve Allah onlara benim emrimi neden tutmadınız,Bana niye güvenmediniz, Ben sizi rızıklandıracağım dememiş miydim? diyerek onları cennet denilen bu bahçeden çıkartıp başka bir mekana yolluyor.kurak bir bozkıra) ve onlara bu bahçeden kovulmanıza neden olan hatalarınız için size bu çirkinliklerinizi örtecek libas indirdim diyor. Bu libaslarda Kuran’da indirilen infak, sadaka ve zekat ayetleri olup ademoğlunun bu ihtirasını törpülemek için uyması gereken ve tavsiye edilen amellerdir.

Bugunkü dünyanın sosyal ve ekonomik pozisyonuna baktığımızda insanoğlunun aslında sıfır noktasından fazla ileri gidemediği ve birçok noktada aynı yerde kaldığını gösteriyor. Allah yeryüzüne rızıkları eşit olarak göndermesine rağmen bazıademoğulları öyle bir biriktirme ve istif hastalığına tutulmuşlar ki Avrupa’daki ademoğlunun yıllık geliri yirmibin dollar iken Afrikadaki ademoğlu açlıktan ölmektedir.

Eyüp Üzümcü

De-a-ve kök harflerinden türeyen dua kelimesinin lugat anlamları arasında çağırmak, seslenmek, yalvarıp-yakarmak, sığınmak, ilgi kurmak en çok kullanılanlarıdır. Dua fiilinin ardından bir isim gelmesi zaruridir. Çünkü muhatabın belli olması gerekir. Duanın eş anlamlılarından “nida” kelimesinin ardından bir muhatap ismin gelmesi ise zorunlu değildir.

Terim olarak dua, kuldan Allah’a doğru yapılan çağrı demektir. Dua, kulun kendi varlığının bilincinde olarak acizliğinin idrakine varıp Yaratıcı’ya sığınmasıdır. Sadece zorda kaldığında, sıkıntıya uğradığında değil, tüm hayatı boyunca Rabbi ile münasebeti kesmemektir. Bir başka deyişle daimi zikrullah’tır dua; sürekli Allah’ı anmak, O’ndan gafil bir saniye bile geçirmemektir.
Dua terim anlamında insandan Allah’a doğru –aşağıdan yukarıya doğru- yapılırken, bunun icabeti iki şekilde olur: Nübüvvet vahyi; inayet vahyi. Nübüvvet vahyi yukarıdan aşağıya doğru –Allah’tan insana doğru- gerçekleşir ve sadece peygamberlere indirilir. İnayet vahyi ise Allah’ın salih kullarına zor zamanlarında imdad diledikleri dualarına bir karşılık olarak gelir ve yine yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşir.

A- İlahi Da’vete Bir İcabet Olarak Dua
Kur’an Allah’ın insanlığa bir davetidir. Terim anlamında duadan farklı olarak, yukarıdan aşağıya ilahi bir çağrıdır. Yunus Suresi’nde beyan edildiği üzere:
“(Bilin ki Allah insanı Selam Yurdu’na/esenlik ve güvenlik ortamına davet etmektedir ve dileyeni dosdoğru yola yöneltmektedir.” (Yunus,10/25.)
Öte yandan Selam Yurdu’na çağıran Allah’ın davetine icabet etmeyenler şeytan ve dostlarının batıl davasına kapılıp gittikleri için ateş’le arkadaşlığa mahkumdurlar. Çünkü onlar Allah’ın güvenlik kuşağı olan iman ve onun da’vasıdan yüz çevirmişlerdir.
Hak olan çağrı Allah’ın çağrısıdır; O’ndan başkalarının daveti ise batıldır. Nasıl davetin kurtuluşa götüreni Allah’tan geliyorsa, bizden Allah’a giden bir çağrı olan dua da sadece O’na doğru yöneltilmelidir. Kudreti sonsuz olan Rabbimiz her görmekte, tüm çağrıları işitmekte, dilediğini gerçekleştirmeye karar verme yetkisini elinde bulundurmaktadır. Allah’tan başkasına yapılan çağrılara cevap gelse bile sanaldır, geçicidir ve kurtuluşa götürmez. Ra’d Sûresi’nde beyan edildiği gibi yakarışını sanal güçlere yapanlar, serap görenlerin durumuna benzer:
“Nihai gerçeğe varmak için yapılan bütün dualar, bütün çağrı ve arayışlar ancak O’na yöneltilmelidir. Çünkü insanların O’nu bırakıp da yakardıkları (neseler, kişiler, kurumlar ve boş değerler) bu yakarışlarına hiçbir şekilde karşılık veremezler. Çünkü onlara yalvarıp yakaranın durumu ellerini suya doğru uzatıp, suyun kendisine doğru gelmesini bekleyen birinin durumuna benzer. Oysa bu durumda su asla ona ulaşmayacaktır. Bunun içindir ki kafirlerin yakarması kendilerini sapıklık içinde tüketmekten başka bir sonuç getirmez.” (Ra’d,13/14.)

1- Dua’ya Muhtac Olan Biziz
Bakara Suresi’nde Rabbimizin bize tenezzül buyurup tavsiye ettiği gibi “biz O’nu anmalıyız ki, O da bizi ansın” zor zamanlarımızda bize sahip çıksın.
Dua sadece tehlikeler karşısında sığınmak için değil, korkularla yüzleşmede cesur olmak için Rabbani destek istemektir. Ne ki, Allah salih amellerimizin destekleyicisidir, sınırsız isteklerimizin memuru değildir. Bu dua esnasında hatırdan çıkarılmaması gereken bir hakikattir.
Dua bir hayat tarzıdır. Bu nedenle sadece fakirlerin, muhtaçların darda kalanların bir sığınağı olarak lanse edilemez. Salih bir kul her daim Yaratıcı ile iletişimini duaların elçiliğinde gerçekleştirmelidir. Sadece darlık ve sıkıntı esnasında Allah’a el açıp, diğer zamanlarda Yaratan’ın varlığından habersizmiş gibi yaşayanlar Kur’an-ı Mubin’de kınanmış, taşkınlık yapmakla suçlanmışlardır: “İnsana bir darlık dokunduğu zaman yatarken, otururken veya ayakta iken Bize yalvarır. Biz onun darlığını giderdiğimizde sanki başına gelen darlık sebebiyle bize hiç yalvarmamış gibi geçip gider. İşte böyle müsriflere/taşkınlık yapanlara ettikleri şey güzel görünür.” (Yunus,10/12.)
Dilediğini sınırsız yapma gücüne sahip olan Allah, biz insanları sınamak için bu hayatı ve ölümü yaratmıştır. Hayatın bir imtihan olduğu hep hatırda tutması gereken bir hakikattir. Duasının sonucunu bekleyen bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır. Dua sadece ağrılarımızın dinmesi, bireysel ihtiyaçlarımızın giderilmesi için kullanılan bir araç değil, şeytanla olan mücadelemizde benliğimizi takviye etmek, düşmandan değil sadece Allah’tan yardım dileneceğinin bilincine ermektir.
Aslında yegane dost olan Allah’a dayanmaya bizim ihtiyacımız vardır; yoksa O’nun bizim şükrümüze ihtiyacı yoktur. Biz duaya muhtacız, Allah değil. Yaratanına karşı kadirşinas olduğunu ispatlaması gereken biz kullarız. Kimsenin anmasına ve takdirine muhtaç olmayan Yüce Allah Müstağnidir. Fakat dua ile yücelmeye, nefsin kötü arzularına ve tutkularına karşı çıkmayı öğrenmeye biz kulların ihtiyacı vardır.
Tevhid’in gereği olan sadece Rabbine yakarış ve O’na sığınış eğitimine salih kulların ihtiyacı vardır. (Neml,27/40.)
Dua düşman tarafından kurtarılmak için endişeli bir bekleyiş içinde olmaktansa, geniş imkanlar elde edeceğimiz yakın bir gelecekte Rabbimizin bizi özgürlüğümüze kavuşturacağını umut etmektir.
Zayıf yaratılmış olan insanoğlu zorda kalınca birine sığınma ihtiyacı hisseder. Böyle durumlarda Allah dışındaki varlıklara nesnelere ve sahte değerlere sığınmak eşrefi mahluk olan insan için büyük bir onursuzluktur. Hem dünyada hem de Ahiret’te rezil olmaya yol açabilecek bu zillet hali, Rabbimize ellerimizle birlikte gönlümüzü de açmakla aşılabilecek sık rastlanan insani bir sorundur.
Görece başarısızlık durumlarında bile biz müminler, tağuti otoritelerin sanal güçlerine değil, bâkî olan yitip gitmez sonsuz bir güç sahibi olan Allah’a kavli ve fiili dualarla sığınmalıyız. Değil mi ki, tağutlara sığınmak karanlığa teslim olmaktır. Her rekat namazda Fatiha suresi’yle Sonsuz Kudret Sahibi Rabbimiz’e arz ettiğimiz takdimeyi -“Yalnız senden yardım dileriz” düsturunu- hayatımızın tümüne şamil kılmalıyız.
Haddi zatında gücüne sığınılan, yardımına başvurulan somut ve soyut güçlerin Allah’a denk olması mümkün olmadığı gibi, talep edilenleri gerçekleştirebilmesi de söz konusu değildir. Hatta kıpırdamadan duran bir nesneden, ya da mezarında sessiz-sakin uyuyan bir ölüden dua ile talepte bulunmak Rabbimizin buyurduğu gibi sapıklıktır.
“Allah’tan başkasına dua edenden daha sapık kim vardır? Onlar kendilerine Kıyamet Günü’ne kadar cevap veremezler ve kendilerine yapılan duadan habersizdirler. (Ahkaf,46/5.)
“Yoksa onlara dua ettiğinizde darda kalana yardım eden, sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde başkalarının yerine iktidara getiren mi var” (Neml,27/62.)


B-Hayalperestliğe Şifadır Dua
İnsan günlük hayatta yapamadıklarının hayalini kurarak ideallerine kavuşacağı, arzularına sahip olacağı günlerin özlemi ile yaşar. Hayaller, hatta ütopyalar insan kişiliğinde faydaya haiz hizmetler görse de tüketim çılgınlığını teşvik eden cin ve insan şeytanlarının elinde tehlikeli bir silaha dönüşür. İnsanın manevi dünyasını tahrip edecek seviyede hayal kurmak bu nedenle dünyevileşmeye, sekülerleşmeye-laikleşmeye yol açar.
Seküler insan doyumsuzdur; çok şey ister çok şey bekler kısacık ömürden. Dünyevileşmiş insan başkalarını umursamaz, bencildir, ebedileşme iştiyakıyla her şeyi yığar da yığar. Bu zaafiyeti en ekonomik bir şekilde değerlendiren modern tüketim ikonlarının desteğinde Kapitalizm insanları tüm fıtri değerlerinden soyarak kuru bir ceset, yürüyen bir ölü halene getirir.
Dünya hayatında ulaşılabilecek hedeflerin hayali ile avunan zavallı insan asıl amacını var oluş gayesini unutmaktadır. Tüketim İnsanı, bir robot gibi alıp öğütmeye programlanmıştır. Malik değilse bile, hiç kullanmayacağı, hiçbir zaman ihtiyaç duymayacağı eşyalara sahip olabilmenin hayali ile yaşamakta, hevasının peşinde paçavra gibi sürüklenip durmaktadır.
Pazar tanrısı insanlardan şu anda ihtiyaç duyduklarını değil, yarın ihtiyaç duyacaklarını hatta yıllar sonra belki de ömür boyu işine yaramayacak olan sanal ihtiyaçlarını piyasaya sürmektedir. Ne kadar zengin olursa olsun, sürekli bir rızık endişesi içinde yaşayan, sonsuz ihtiyaçlarını gidermek için doyumsuzca biriktiren insanoğlu için imkanları yetmediğinde, geriye sermaye olarak “sahip olacağı günlerin hayalini kurmak” kalmaktadır.
Bu minval üzere işleyen sıradan hayatlar içinde, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan müminler olarak gelecek tasarımlarımızın da belli bir ölçü içinde kurulması gerekir. Ahiret’e öncelik veren sonsuz bir hayat telakkisi, dünya ile kayıtlı sınırsız tüketim çılgınlığının neden olduğu hayalperestliğin ilacıdır.

Hayat içerisinde gerçekleştirmeyi başaramadığımız kısa ve uzun vadeli gelecek tasarımlarımız ve hayallerimiz için Rabbimizden yardım dilemenin yolu dua etmektir. Dua; elde olmayan imkanların, maruf isteklerimizin Allah’tan yardım dileyerek O’na dayanmak suretiyle gerçekleşeceğine dair ümidimizi korumaya yaramaktadır.

Dua hayalden farklı olarak ma’ruf ölçülerde kurgulanacağı için bizi hayalperestlikten koruyarak aşırılıklara saplanmamızı engelleyecektir. Hayal ise insanı başlangıçta avutan bir rehavete sürükler ve o rehavetin yol açtığı gaflet ortamından yararlanan günah tüccarlarına gün doğar. Hayalleri satın alıp içki ve özellikle kumar gibi avutarak insana varoluş gayesini unutturan günahlar satanlar, “ya çıkarsa” diye pazara vesvese ve velvele silahları taşıyan Hannaslar sürerler.
Hayallerin sahte avuntusu yerine, duanın olgunlaştıran, yücelten gerçekliğine...

Kuran Nesli

İnsana ait olan tek kavramın “akıl” olduğundan yol çıkarak aklın çalışmasını, işletilmesini üzerinde düşünebiliriz. Genel olarak “akıl” ve “zeka” kavramları karıştırıldığından öncelikle bu kavramlar üzerinde biraz duralım.

Sıklıkla düştüğümüz bir yanılgı duyular denilince beş duyu organını ve beş duyuyu hatırlamamızdır. Duyma, görme, koklama, tatma, dokunma olarak saydığımız duyularda bir önceki yazımızda olduğu gibi varlıklar üzerinden hareketle bakacak olursak yine insana ait bir tek özellikle karşılaşıyoruz.

Beş dışsal duyunun anlamlı olabilmesi için beş tanede içsel olgu vardır.

1. Ortak algı: Dış dünyadan gelen algılar eş zamanlı ya da ortak olarak işlenir. Bir kişi ile konuştuğunuz zaman sesini duymanızdan bir kaç dakika sonra görüntüsünü alsaydınız veya dokunmanızdan bir kaç dakika sonra sıcaklık, yumuşaklık hissini alsaydınız durum karmaşaya dönüşebilirdi.

2. Algılar deposu: Dış dünyadan alınan verilerin ortak algılanmasının sonucu olarak veriler bir depoda tutulurlar. Bu depoda elmanın rengi, tadı, kokusu gibi algıların temel özellikleri saklanır. Bu depo olmasaydı bir arkadaşınıza elmayı anlatırken her defasında elinizde bir elma bulundurmanız gerekecekti.

3. İlişki kurma merkezi: Dışarıdan yeni veriler geldikçe önceki verilerle ilişki kurularak bilgi artımı için böyle bir mekanizma bulunur. Bu mekanizma olmasaydı; daha önce tanıştığınız bir insanın adını, boyunu, sesini, daha önce konuştuklarınızı o kişi ile tekrar karşılaştığınızda bilmiyor ya da ilişki kuramıyor olurdunuz. Bu mekanizma sayesinde veriler birbiri ile ilişkilendirilerek anlamlandırılır.

4. Bellek: Önceki üç algının ardışık işlenmesi ile oluşan verilerin saklandığı mekanizmadır. Artımlı olarak gelişen bu birim sayesinde canlılar yaşamı devam ettirerek gelişim gösterirler.

Beş dışsal duyunun yanında dört içsel olgunun toplamına “ZEKA” deriz. Bu dokuz özellikte hayvansal özelliklerdir.

Hayvanlar koku alır, tat alır, duyar, görür, tecrübe edinirler, tanırlar, öğrenirler, ilişki kurarlar ve bilgilerini birbirlerine aktarırlar…

Köpekler sahiplerini tanırlar, komutlar öğrenirler, hafızalarında tutarlar… Fareler edindikleri bilgileri birbirlerine aktararak nesillerin artımlı bilgiye sahip olmasını sağlarlar…

Evet, bu özelliklerin hiçbiri maalesef ize ait değil… İnsanı tanımlamak için yine ek bir maddeye ihtiyaç duyuyoruz.


5. İşlemci: Kendisinden önceki dört algının "bilinç" boyutunda şekillenmesini sağlayan birimdir. Bu birimin insan faktörünü belirlemesinden dolayı önem taşır.

İşlemci birimi insana özgü bir algı olarak karşımıza çıkıyor. Bunu anlatmak için şöyle bir açılım yapabiliriz.


Zeka sonucu elde edilen verilerin işlemci kanalı ile "AKIL" ilişkisine sokulması "düşünce" ile sonuçlanır. Düşünce içerik olarak bir "değer yargısı" üretir. Buda insanın ahlak, doğru-yanlış, inanış, reddediş gibi özelliklerinin üretimi demektir.

Bu noktada sorulması gereken doğru soru şu olabilir;

“İşlemci aracılığı ile veriler akla iletilmeseydi akıl bilebilir miydi? Bilebilseydi ne bilebilirdi?”

İşlemcinin ileteceği bir şey yokken yani akıl "tek başınayken" bilebileceği "TEK" bir şey olacaktı.
KENDİ VARLIĞI!

Evet, aklın tek başına iken bilebileceği tek şey kendi varlığıdır ve varlık dilinin ilk cümlesi bu şekilde kurulmuş olur.

"BİR VAR"
Aklın kendi başına üreteceği tek yargı olan bu cümle ne vecizdir ki iki sözcükten oluşur ve kendisinin varlık sebebini / var edicisini de belirtir. Tüm insanlık kavramlarının temeli de bu iki sözcükle açıklanabilir. Yani "bir" ve "var" sözcüklerini aklınıza gelebilecek soyut/somut her şey için kullanabilirken bu iki sözcük dışındaki sözcükler için geçerli değildir.

Bana göre Rahman'ın insana ruhundan üflemesi "bir ve var" kavramlarını yani aklı ifade ederken O'ndan kavranan kelimeler ise "akıl dilinin grameridir."

Düşünün ki insan sahip olduğu en önemli özelliği "BİR"in "VAR"lığını koşulsuz ve tartışmasız bildirip duruyor. (ister istemez edilen secde) Bunun yanı sıra "akıl dili" yani düşünce ile ayrılmayı veya doğru yol üzerinde kalmayı uyguluyor.

Vaktinizi daha uzun almamak adına bu konunun devamında konuşulması gerektiğini düşündüğüm "İnsan ne olduğu ve neden yaratıldığına? bakması" konusunu başka bir zamana bırakmak istiyorum.

Arif Aydoğmuş

Tarih boyunca kimi kişiler, aileler, sülaleler, hanedanlar, ırklar, cinsiyetler ve milletler kendilerini insanlığın genel gidişatından ayırarak üstün olduklarını, diğerleriyle eşit seviyede tutulamayacaklarına inanmışlardır.

Kimine göre tanrı onları özel, ayrıca veya önce yaratmıştır. Geri kalanlar onlara hizmet için veya onların döküntüsü ya da artığı olarak vardır. Kimine göre de tanrı onları insanlığı uygarlaştırmak, çağdaşlaştırmak, ilerletmek için yaratmıştır.

Bunların hiç birinde insanlığın birliği ve eşitliği fikri yoktur.

Bu tür saplantılı ve kasıntılı kişilere, ailelere, hanedanlara, ırklara veya milletlere Kur’an’ın esaslı bir cevabı vardır ki yüzlerine tokat gibi iner:

Allah’ın yoluna ve insanlığın yoluna dönmedikleri sürece nerede olurlarsa olsunlar alçaklık damgası yemeğe mahkûmdurlar.” (3/Ali-İmran; 112)

Ayette geçen Allah’tan bir ip/yol (hablun minellah) ve insanlardan bir ip/yol (hablun minen’nâs) tabirlerinin birbirini tefsir ettiğine dikkat ediniz. Dini çevrelerde genellikle Hablullah (Allah’ın ipi/yolu) bilinir de, bunun aynı zamanda Hablunnâs (insanlığın ipi/yolu) ile tefsir edildiği pek bilinmez.

HABL: Kök olarak “bir şeyin içinde olmak” demektir. Örneğin gebe kalmak, hamile kalmak (hablen), gebe bırakmak (ihbâl), ağ, tuzak (hibâl), hamilelik (habl), çıkış yeri, kaynak, başka bir şeyin içinde olan (habel), ip, urgan, sicim (hablun), gebe, hamile (hublâ), omurilik, bel kemiği (hablun şevkiyyun), şahdamarı (hablu’l-verid) kelimeleri bu kökten gelir.

Demek ki Allah’ın içinde olan (hablullah) ile, insanlığın içinde olan (hablunnâs) aslında aynı şeydir. Bu durumda Allah’ın içinde olan sevgi ve merhamet (rahmeh) ile insanlığın içinde olan vicdan, iç görü ve basiret birbirinin yerine geçmiş olur. Yani bunlar birbirini tefsir eder. Bunun için olsa gerek Kur’an’ın kendini insanlığın basireti, iç görüsü, vicdanı olarak tarif ettiğini görürüz. (45/20).

İşte buna dönmeyenler, içlerindeki bu sesi dinlemeyenler, bu yola, bu ipe sarılmayanlar zillet ve alçaklık damgası yemeye mahkumdurlar.

Şu halde ayette denmek istenen şu olmalıdır: İnsanlığın Rabbi tek Allah’ın “ipine” sarılmadıkça, onun yarattığı fıtrî gerçeğe dönmedikçe, kendilerini normal insanlardan üstün ve seçilmiş ırk olarak görmeyip, insanlık ailesinin eşit fertleri olduklarını kabul etmedikçe ve de insanlığın “ipine”; yoluna, temel değerlerine, sağduyusuna ve vicdanına dönmedikçe alçaklık damgası yemeye mahkûmdurlar. Böyle kendilerini üstün ırk veya seçilmiş millet sayarak kendilerini insanlığın gidişatından büyüklük taslayarak ayırdıkları, kendileri dışındaki milletlere üstten bakıp kendilerini onlarla eşit görmedikleri ve böylece insanlığın ortak yürüyüşüne katılmadıkları sürece Allah’ın gazabına uğrayacaklar ve “insanlık vicdanı” onları daima dışına atacaktır

***

İnsanlar arasında kendini genel gidişattan ayırma ve kendinde bir şey vehmetme hastalığı sadece topluluklarda görülmez. Cinsiyet olarak özellikle erkeklerin kendilerini kadınlardan ayrı ve üstün tutarak ayırma hastalığının kökleri de kutsal kitaplara sokulacak kadar ileri gitmiştir.

Malum, yaygın inanışa göre kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olup, yaratılıştan gelen bir eşitsizlik, ayrı ve hatta aşağıda olma durumu söz konusudur.

“İşin kökeni” böyle tasavvur edilince, toplumsal düzlemde kadın-erkek ilişkilerini “eşitlikçi” bir zeminde ele almak mümkün olmamaktadır. Çünkü kadının kendi kaburga kemiğinden yaratıldığına inanan birisinin onu kendine denk görmesi zordur.

Şu halde “işin kökenine” inmek gerekir.

***

Söz konusu “kasıntılı” tasavvura göre, Allah bile yeryüzünde bir halife yaratacağı zaman onu önce “erkek” olarak düşünmüş oluyor. Daha yaratılışta; varlığı çıkışta kadının adı yok. Bu algıya göre -haşa- Allah, sırf erkeğe bir eğlence lazım olunca kadını yaratmayı hatırlıyor (!).

Bakın, dini bir inanış nasıl tüm ilişkilerin temelini belirleyebiliyor. Önce “düşüncenin temizlenmesi” faaliyetine buralardan başlamak gerektiğini bir kez daha görüyoruz. Buralar doğru olursa tabiî olarak ilişkiler de doğru kurulacaktır. Hep söylüyorum; dini yenilenme olmadan toplumsal yenilenme olmaz. İşin kökü buradadır. Bunu yapacak olan da dini dünyanın bizzat kendisidir.

***

Kanaatimce, yukarıdaki anlayış Kur’an’a dayanmamaktadır. Bu tür inanışların, eski dünya dinleri, özelikle de Yahudilik ve Hırıstiyanlık etkisinde kalınarak oluştuğunu düşünmekteyim.

Şöyle ki:

Dünya dinleri arasında ilk insanın yaratılışı ile ilgili başlıca iki tasavvur bulunuyor. İlki Yahudi-Hristiyan geleneğinin ataerkil (erkek-egemen) tasavvuru, ikincisi de bazı uzak doğu din ve mitolojilerinde görülen anaerkil (dişi-egemen) tasavvur…

Bunlardan ilkine göre Tanrı, ilk önce celal (güç, kudret) sıfatının bir tecellisi olarak “erkeği” (Adem) yaratmıştır. Sonra onu yalnızlıktan kurtaracak, gönlünü eğlendirecek bir varlık gerekmiş, bunun üzerine de, onun kaburga kemiğinden bir parça alarak kadını (Havva) yaratmıştır. Dolayısıyla aslolan erkektir; kadın onun süsü ve eğlencesidir.

Bu anlayış Tevrat’ta aynen şöyle geçer:

Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu… Sonra “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Derken Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapladı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adem “İşte bu benim kemiklerimden alınmış bir kemik, etimden alınmış bir ettir” dedi. Ona “kadın” denilecek, çünkü o adamdan alındı.” (Tekvin; 2/7, 21-23).

Bütün din ve mitolojilerde bozulmuş bir halde görülen, yüksek derecede “allegorik” anlatımlarla dolu olan ve aslında insanoğlunun zihninde bir “yaratılış muhayyilesi” oluşturmayı amaçlayan Adem kıssası, Tevrat’da geçtiği şekliyle erkeğin (Adem’in) mutlak önceliğini ve egemenliğini öngörür.

Nitekim daha sonraki bölümlerde Adem’i Havva, Havva’yı da yılan kandırıp yoldan çıkarır. Bu nedenle de yılan “Bütün yabanıl ve evcil havyanların en lanetlisi olarak anılmak, karnı üzerinde sürünmek ve ömrü boyunca toprak yemek, kadının ona, onun da kadına düşman olması” cezasına, Havva “Çocuk doğururken acı çekmek, kocasına muhtaç olmak ve onun tarafından yönetilmek” cezasına, Adem de “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamamak, toprak tarafından diken ve çalı ile karşılanmak, yaban otu yemek, toprağa dönünceye kadar alın teri dökerek kazanç sağlamak” cezasına çarptırılır. (Tekvin; 3/13-18).

İncil’e göre de, bizler işte bu işlenmiş “ilk günahın” cezasını çekiyoruz. Çektiğimiz ceza cennetten kovulma ve sürgün cezasıdır. O ilk günahın cezasını çaresiz hep birlikte çekeceğiz. Ancak bu lanet olası sürgün yerinden Tanrı’nın kuzusuna (İsa) bağlanarak yani kiliseye sığınarak ve papazların müşfik eline teslim olarak kurtulabiliriz. Çünkü o insanlığı bu ilk günahın ebedi cezasından kurtarmak ve keffaret olmak için çarmıhta kendini feda etmiştir.

Demek hayat dediğimiz maceranın bütün özeti budur.

Görüldüğü gibi Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki yaratılış, erkek, kadın ve hayat tasavvuru gayet ataerkil ve karamsardır.

***

Kimi eski din ve mitolojilerde ise “yaratılış miti” tamamen anaerkildir. İnsanların topraktan doğuşu dişi doğurganlığının göstergesi olarak “tanrıça” kavramında belirir. Buna göre toprak, doğurganlık, verimlilik ve yaratıcılığı ile dişiyi simgeler. Hind kutsal metinleri Vedalar şöyle der: “Toprağa, annene doğru sürün” (Rig veda, x, 18, 10).

Keza bu mitolojilere göre ana tanrıça dişi olduğu gibi, yarattığı ilk insan da dişidir. Sümer teogonisine (tanrıların doğuşu) göre Tanrıça Nammu “gök ve yeri doğuran ana” ve “bütün tanrıları yaratan kadın ata” olarak tanıtılır. Nammu “ezeli deniz” demektir. Tüm canlıların yatağı olan “ezeli sular”, kadın doğurganlığı ile özdeşleştirilerek Tanrıça Nammu şeklinde ifade edilir.

Bu yaratılış mitosunun kendi “anaerkil” düzenini de doğurduğunu görüyoruz.

Bu düzende Anayer (matrilocation) kocanın, evlendikten sonra karısının ailesinin yaşadığı yere yerleşmesine dayalı evlilik düzeni demektir. Bugün o dönemlerden kalma sosyal düzen Hindçini’nin bazı bölgelerinde hala devam eder. Toprağın ve mülkün kadına ait olması, evin geçiminden kadının sorumlu olması, kadınların dünürcü olarak erkek istemeye gitmesi, erkeğin süslenerek “ana evinden” çıkıp kadının evine damat gitmesi vs. (Eliade).

Fakat zamanla bitki yetiştirmeye dayalı üretim düzeninin değişmesi, toprak ve suyun doğal yaratıcılığından kaynaklanan üretim mekanizmalarının yetersiz kalması, savaşların artması, bina, tapınak, yol, ve kanal yapımlarının artmasıyla kas gücünün öne çıktığını ve tarihin sürekli kadınların aleyhine işlediğini ve egemenliklerini büyük ölçüde kaybettiklerini görüyoruz.

***

Peki, acaba Kur’an bu konuya nasıl bakmaktadır?

Dikkatle baktığımızda manzara şudur;

Kur’an’ın, yukarıda kısaca özetini verdiğimiz ataerkil veya anaerkil yaratılış mitoslarını onaylamadığını görürüz. Keza zamanla adalet ve eşitlik kimin aleyhine bozulmuşsa ondan yana şeriatlar (hukuk vaazı) gönderildiğini, Kur’an’ın indiği çağa gelindiğinde durum iyice kadınların aleyhine bozulduğu için, kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen ayetlerin tamamının kadınların lehine, onları korumaya ve haklarını iadeye yönelik olduğunu görürüz.

Bunun sebebi şu olmalıdır: Başlangıçta yaratılan erkek veya dişi “ilk insan” değil; ilk insanlık özüydü (nefs-i vahide). Bundan çift (zevc) olarak erkek ve kadın aynı anda varoldu. Kur’an şöyle der:

Ey insanlar! Sizi tek bir özden (nefs-i vahide) yaratan, ondan da iki eş (zevc) yaratan, sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan Rabbinizin bilincinde olun. Adını dilinizden düşürmediğiniz Allah’ın öfkesini çekmekten sakının. Aile bağlarını gözetin. Allah hepinizi görüyor.” (4/Nisa; 1)

Bu ayette geçen iki kavramı mercek altına alalım: Nefs-i vahide ve Zevc.

NEFS-İ VAHİDE: Sözlükte “tek bir nefs, tek bir öz ” demektir. Öyle anlaşılıyor ki ayet Tevrat’ta geçtiği gibi, Allah’ın önce tek bir erkek yaratıp onun kaburga kemiğinden kadını yarattığını değil; her ikisini birden “tek bir özden” yarattığını anlatmaktadır (Ebu Muslim Isfahani). Yani: İlk insan (veya insanlar) türünün simgesi olarak Âdem ve Havva’nın, karşı cinsler olarak tek bir özden “birlikte” varolması söz konusudur. Çünkü Kur’an ısrarla yaratılış söz konusu olduğunda “nefsi vahide” tabirini kullanıyor. Tek bir rahimden (özden) doğan biri erkek diğeri kız “yumurta ikizleri” bir fikir verebilir. Demek ki ilk yaratılan tek başına erkek veya kadın değil; her ikisinin de içinden çıktığı tek bir öz (nefs-i vahide) dir. Sonra bundan erkekler ve kadınlar çoğalıp türüyor. (Bunun ne şekilde zuhur ettiğine dair değişik görüşler bulunuyor; tek bir Adem mi, yüzlerce Adem mi, evrimleşme mi? Buna ayrı makalede değineceğim. )

ZEVC: Sözlükte koca, karı, eş, çift, hayat arkadaşı demektir. Ayette geçen “nefs-i vahide” deyimine Adem veya erkek demenin bir manası olmadığı gibi “zevcehâ ibaresine de “Onun eşi (karısı)” veya “Onun eşi (kocası) demenin de bir manası yoktur. Bilakis bu “Ondan bir çift” manasındadır. Yani “Ondan (nefs-i vahideden) bir çift (zevc) yarattı.”

Zevc tabiri şu ayetlerde de “çift” anlamında kullanılmıştır:

İki çifti (zevceyn), erkeği ve dişiyi, akıtılan bir damla sudan yaratan O’dur (53/45-46).

Sizi tek bir özden yaratan, ondan da eşi ile huzur bulsun diye bir çift (zevc) vareden O’dur. Öyle ki eşi ile hemhal olunca, eşi hamile kalır ve onu bir müddet taşır. Doğuma yakın ikisi birlikte “Bize sağlıklı bir çocuk verirsen çok şükredeceğizderler. (7/189)

Allah sizi topraktan, sonra bir damla sudan yaratmış, sonra da sizi çiftler olarak varetmiştir” (35/11).

Şekiz çift (ezvâc) yarattı. İki tane koyun, iki tane keçi” (6/En’am; 143). Burada çoğul kipinde gelmesi 3-9 arası sayıların Arapça’daki kuralından dolayıdır. Aslında bu sekiz çift (zevc) demektir.

Demek ki “Ondan ‘zevc’ini yarattı” dan maksat, Adem’den Havva’yı, Havva’dan Adem’i veya erkekten kadını, kadından erkeği yarattı değil; “Ondan (nefsi vahideden) birbirine eş olarak bir çift yarattı demektir. Nitekim ayette cümlenin devamında erkek ve kadın tabirleri zaten ayrı ayrı kullanılıyor: “Sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan…” (4/Nisa; 1).

***

Demek ki insan yaratılışının başlangıcı ne “ataerkil”, ne de “anaerkil” değildi. Tanrı ne güç ve kudret sıfatlarının (celal) tecellisi olarak önce erkeği, sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratmış, ne de güzellik ve letafet sıfatlarının (cemal) tecellisi olarak önce kadını, sonra da ondan erkeği döllenmeden üreme (partenogenez) yoluyla doğurtmuştur.

Bilakis celal ve camal sıfatlarının her ikisi birden (aynı anda, hemdem, senkronik) bir şekilde tek bir insanlık özünde (nefs-i vahide) tecelli etmiş ve erkek ve kadın aynı anda bu tek özden varlık sahnesine çıkmıştır. Yani “işin kökünde” denklik vardır. Tek bir rahimden (sevgi ve merhamet yuvası) biri erkek, diğeri kız ikiz çocuğun doğması gibi.

Erkek ve kadın arasında dengesizlik ve eşitsizlik tarih sahnesine çıktıktan sonradır. Zamanla çeşitli toplamlarda iş ve üretim biçimleri veya sosyal sistemler kadının aleyhine işlemiş ve eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Allah da ilk doğuştaki adalet ve eşitlik durumunu sağlamak için adaletin yolunu gösteren peygamberler göndermiş, şeriatlar (adaleti sağlamaya yönelik hukuk düzenleri) vazetmiştir. Bunlardan en sonuncusu da Kur’anla gelendir. Kur’an’ın kadın-erkek ilişkilerine yönelik hükümlerinin neden sürekli kadınlardan yana olduğu buradan anlaşılabilir. Maksat ilk yaratılış anındaki denklik durumunu yeniden tesis etmek, onu bir toplumsal sistem dahilinde tezahür ettirmektir. Hak ve adalet mücadelesi bunun için vardır.

***

Yeri gelmişken, Kur’an’da Adem’in “cennetten kovulması” diye bir şeyi de göremiyoruz. Bu, Hıristiyan teolojisi olup dünyayı bir “kovulma yeri” olarak görür. Halbuki kovulan şeytandır; yani Adem’in veya Havva’nın (insanların) içinde dolanan kötülük dürtüleridir. İnsanoğlu (Adem) bunları içinden sürekli kovmalıdır. Bir hadiste geçtiği gibi şeytan, damarlarda kanın dolaştığı gibi insanın içinde dolaşır.

“Kovulma” diye yorumlanan olay Kur’an’da şu şekilde geçer:

Allah “Birbirinize düşman olarak gidin/dağılın. İşte size bir süreye kadar barınma ve geçinme yeri olacak yeryüzü! Orada yaşayacak, orada ölecek ve orada diriltileceksiniz” dedi.” (A’raf: 24-25)

Ayette geçen [ ihbitû] kelimesi “İnin” değil “Gidin, dağılın” anlamındadır (Ebu Muslim Isfehani). Yani: Yeryüzünün bağlık bahçelik bir diyarında (Kabe ve civarı o zamanlar cennet gibi yemyeşil bir yerdi) yaratıldıktan/göründükten sonra zaman içinde “dağıldılar, başka yerlere gittiler, birbirlerinden ayrıldılar” denmek isteniyor. Bu durum emir kipinde (gidiniz, dağılınız) şeklinde ifade ediliyor. Cennetten yeryüzüne kovulma yok, yeryüzünün cennet gibi yeşillik bir diyarından başka yerlerine gitme, dağılma var. “Mısır’a gidiniz” [İhbitû Mısran ] ayetinde (2/ 61) geçtiği gibi.

Aksi halde Hırıstiyanlığın “aslî günah doktrini” onaylanmış olmaktadır. Oysa ibareyi ilk insanların yaşadığı yerde çoğalmalarına, çevrenin genişlemesine, ilişkilerin giriftleşmesine, çıkar kavgalarının başlamasına, haset, aldatma, kin ve düşmanlıkların körüklenmesine ve giderek çıkan mücadele ve kavgalara yormak daha isabetli görünmektedir.

Bu durumda ayette (ilk) insanların bir arada yaşayamaz hale gelmeleri, bölünüp parçalanmaları ve yeryüzünün başka diyarlarına dağılmaları, gitmeleri anlatılmış olur. Bu okumaya göre kıssada aslî günah, cennetten kovulma, dünyaya sürgün, dünyada ceza çekme, insanlığa Tanrı’nın ölüm yargısı vs. diye bir şey yoktur. Anlatılmak istenen; insanlığın tabiî gelişimi, ilk ortaya çıktıkları yeryüzünün o bağlık bahçelik bölgesinde birlikte yaşarken giderek ayrılığa düştükleri ve yeryüzüne dağılarak ayrı ayrı toplumlar haline geldikleridir.

Nitekim sosyoloji ve antropoloji tarihi de bu yorumu desteklemektedir. İnsanların Ortadoğu denilen coğrafyadan yeryüzüne dağıldığı, bu bölgenin zamanla çöle dönüştüğü, zorlayıcı iklim koşullarının ve hayat şartlarının giderek insanları göçe zorladığı ve yeryüzünün belli başlı ırmak, göl ve deniz kenarlarına doğru gittikleri/göçtükleri/dağıldıkları hepsinde de ortak temadır.

Bu anlamda Mekke’deki Kabe’nin, “insanlığın ayağa kalktığı yer” (qıyamen li’n-nâs), insanlar için yapılmış ilk ev (evvelu’l-beyt) veya en eski ev (beyt-i atik) olmasının ne demek olduğu anlaşılabilir. Demek ki derin hac kültüründe Kabe’nin önemi sanıldığından çok daha büyüktür. Çünkü orası aynı zamanda hem Adem’in (insan türünün) , hem de Allah’ın evidir. Suların kuzeye çekilmesiyle (buzul çağından sonra) başlayan insanlığın yeryüzü serüvenini açıklar ve Allah-insan arasındaki ontolojik bağı sembolize eder.

İslam’ın büyük tarih filozofu İbni Haldun bu durumu şöyle açıklar: “Bil ki, alemin ahvalini inceleyen hükemanın (coğrafyacı filozofların) kitaplarından açıkça anlaşılmaktadır ki, arz küre şeklindedir. Her tarafı su unsuru ile kuşatılmıştır. Su üzerinde yüzen bir üzüm tanesi gibidir. Sonra arzın bazı yerlerinden sular çekilmiştir. Zira Allah orada hayvanları ve canlıları oluşturmayı (tekvin) ve diğer şeylere karşı hilafete haiz (Bakara, 30) insan türü ile oranın umranını irade etmiştir...” (Mukaddime).

***

Demek ki, insan türü, kadın-erkek tek bir özden (nefs-i vahide) birlikte yaratılmış/varlık sahnesine çıkmıştır. İşte bu varlık sahnesine çıkış, üzerine bastığımız yeryüzünün “bir yerinde” gerçekleşmiş, dünyadan ayrı cennet diye bir yerden buraya kovulmamış/düşmemişlerdir.

Cennet kıyamet koptuktan sonra, ahirette olacaktır.

Şu halde insanlığın ırk ve cinsiyet olarak kökleri birdir. Kur’an işte buna “nefsi-vahide” diyor.

Bu durumda Arab’ın Aceme, kadının erkeğe veya erkeğin kadına üstünlüğü yoktur. İnsanlığın birliği ve eşitliği esastır. Farklı yapı ve karakterde olmaları insanlık bakımından da üstün olacakları anlamına gelmez. Allah katında ve insanlık ilişkilerinde eşittirler. Çünkü varlık sahnesine birlikte çıkmışlardır. Birlikte yaşayacak, birlikte gülecek, birlikte ağlayacak ve birlikte güçlüklere göğüs gereceklerdir. Sonunda Allah’ın huzurunda, varlık sahnesine çıktıkları gibi birlikte hesap vereceklerdir. Üstünlük ancak Allah bilinci ile yaşama (takva) iledir.

Keza bu dünyada çektikleri acı sürgün cezası değil; oluş ve varoluş sancısıdır. Çünkü bütün doğuş ve oluşlar sancılıdır. Tohum topraktan, civciv yumurtadan, bebek rahimden yarılıp sökülerek doğar. Bunun için de doğuş ve oluş sancısı çeker. Kadının ay hali bu nedenle bir pislik, hastalık veya uğursuzluk değil; doğuş ve oluş sancısı (eza) dır. Allah’ın yaratma eylemine rahimlik etme hazırlığıdır: “De ki: “Yarılıp ortaya çıkanın Rabbi’ne (Rabbu’l-Felaq) sığınırım.” (Felaq; 113/1).

Şu halde kimi ırkların ve milletlerin kendini ana insanlık yolundan, kimi erkeklerin veya kadınların da kendilerini ana insanlık özünden ayırmaya kalkmasının manası yoktur. Bir tek kökten geldiğimizi görmüyor muyuz? İnsanlığın birliği (tevhid) ve eşitliği (adalet) fikrini bundan daha güzel hangi kitap anlatabilir?

Bunları eski çağarlardan masal olsun diye anlatmıyoruz.

Günümüzü, çağımızı, doğrudan doğruya kendimizi anlatıyoruz.

Çünkü her doğan çocuk Ademdir.

Her doğan çocukla birlikte Adem kıssası yeniden başlar…

Recep İhsan Eliaçık

Geçenlerde bir hastaneye gittim. Baktım üzerinde “Hızır acil servis” yazılı bir ambulans var. Ambülans görevlisine “Sizin işiniz nedir? diye sorunca, adı üzerinde hastalara “Hz. Hızır gibi yetişiriz” dedi.

“Hızır gibi yetişmek…”

Yurdum insanı “Yetiş ya Hızır!” diye yalvarınca “Hz. Hızır” gibi anında orada bitiveriyorlar!

“Hz. Hızır…”

Hz. Musa’nın iki denizin birleştiği yerde Hz.Hızır ile karşılaştığını, Kur’an’da Kehf suresinde geçen kıssada bunun anlatıldığını duymuşsunuzdur. Daha geçenlerdeki bir kandil gecesinde vaizin biri ballandıra ballandıra bunu anlatıyordu.

Hani şu her an her yerde olabilen, oturup kalktığı her yerden yeşillikler biten, nerede sıkışırsan orada her türlü kılıkta görünebilen, baharın müjdecisi “Hıdırellez” bayramında kutlamalar yapılarak şükrü eda edilen Hz. Hızır aleyhisselam…

Madem iş Kur’an’a dayandırılıyor, “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim koyalım.

***

Öncelikle şunu söyleyeyim ki “Hz. Hızır” gibi “kült”lerin halkın inanç dünyasında bir yeri olabilir. Para-psikolojik bir ihtiyaç veya bir halk sosyolojisi gerçeği de olabilir. Benim derdim bunlar değil…

Benim derdim “Kur’an metni”dir.

Bu nedenle, örneğin “Denizin yarılması”, “Salih’in devesi”, “İbrahim’in kuşları”, “Süleyman’ın karıncaları” vs. ile niye uğraştığımı soranlar, bilmelidirler ki, bu sorunun muhatabı ben değilim. Derim ki: Vahyedene sorun!

Öyle ya “on emir” gibi sekiz-on maddede Kur’an’ın bütün mesaj verilebilirdi. Bunca 600 küsur sahifelik mushafa, üstelik içinde geçen onca kıssaya ne gerek vardı, öyle değil mi?

Madem gerek duyulmuş ve madem referans metne alınmış, üstelik bu, çok büyük önem verdiğim Allah’ın kelamı, o halde “Aldırma, geç git” diyemem, aldırırım! Necip Fazıl’ın tabiri ile “kaba softanın” atıp tutmasına, üfürüp savurmasına seyirci kalamam! Oraya bir mim koyar içini dışını ortaya dökerim!

Şurası bilinmeli ki, bir şey “Kur’an metninde” geçiyor/ona dayandırılıyorsa, tabiri caizse “elime düşmüş” demektir. Eğer bu metinden uzak tutuluyorsa sorun yok, o zaman isterse “eşeğe” tapsın aldırmam, geçer giderim...

Velhasıl “Kur’an metninde” ne deniyor, benim derdim budur. Boşuna neden bunlarla uğraşıyorsun denilip durulmasın.

Herkes duysun: Kur’an’ı “mehcur” bırakılmaktan kurtaracağız! Bunun için memleketin düşünen kafalarını ve parlak beyinlerini bu metin üzerinde mesaiye çağırıyorum! Çünkü “Kur’an metni” hiç bu kadar cehaletin elinde kalıp tanınmaz hale gelmemişti…

Şimdi…

Kur’an’da “Hz. Musa ile Bilge kişi kıssası” evet, bir şey anlatıyor. Hem de çok önemli bir şey anlatıyor.

Bakın nasıl…

***

Önce bir rivayet:

Semure bin Cündep’ten gelen bir rivayete göre, mescitte bir gün Hz. Peygamber şunları anlattı:

“Beni iki adamın alarak mukaddes topraklara götürdüğünü gördüm. Gittik gittik bir yere geldik. Orada ağzından ensesine kadar çengel sokulan adamlar gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler… Sonra gittik gittik bir yere geldik . Orada başı taşla ezilen adamlar gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler... Sonra gittik gittik bir yere geldik . Orada tandırda yanan çıplak kadınlar ve erkekler gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler…Sonra gittik gittik bir yere geldik . Orada kanlı bir nehirde çırpınan adamlar gördüm. “Bunlar kim?” dedim, “Yürü” dediler…Sonra yine gittik gittik bir yere geldik . Orada ağaçların altında etrafında çocuklarla oturan bir ihtiyar ve yeşil bahçeli evler gördüm . “Bunlar kim, burası neresi?” dedim, “Artık yolun sonuna geldik, şimdi dinle…” dediler: İlk gördüğün yalan söyleyenler, ikinci gördüğün bildiği halde Kur’an ile amel etmeyenler, üçüncü gördüğün zina yapanlar, dördüncü gördüğün faiz yiyenlerdi. Bahçede gördüğün ihtiyar İbrahim, etrafındaki çocuklar da insanların çocuklarıydı. Ben Cebrail’im, bu da Mikail… “Başını yukarı kaldır” dediler. Başımı kaldırdım, bir de baktım ki üstümde bir bulut dolaşıyor. Bana “İşte bu da senin evindir” dediler. “Bırakın gireyim” dedim, “Ama senin tamamlamadığın bir ömrün var, eğer tamamlasaydın girerdin” dediler.” (Sahih-i Buhari; Kitabu’l-Cum’a, no: 8)…

Sizce, bunları Hz. Peygamber’den dinleyen sahabeler “Ağzından çengel sokulan adamlar kimlerdi? Başı taşla ezilen adamlar kaç kişiydi? Kanlı nehirde kaçı boğuldu? Tandırda yanan çıplak kadın ve erkekler elbiselerini nereye koymuştu? O gördüğün İhtiyar kaç yaşındaydı? Etrafındaki çocuklar erkek miydi kız mıydı? O yeşil bahçeli evler keresteden mi tuğladan mı yapılmıştı?” vs. diye sormuş mudur?

Yoksa şöyle mi demişlerdir: “Tamam ey Allah’ın Resulü! Başımız gözümüz üstüne: Yalan söylemeyeceğiz, Kur’an ile amel edeceğiz, zina yapmayacağız, faiz yemeyeceğiz… Bunlara riayet edersek orada Hz. İbrahim ile beraber olacak, cennetin yeşil bahçeli köşklerinde ağırlanacağız. Anladık, aldık kabul ettik, amennâ…”

***

Görüldüğü gibi bu rivayette anlatılmak istenen, yalan söyleyenlerin, Kuran’ı bildiği halde yaşamayanların, faiz yiyenlerin, zina edenlerin hâl-i pür melâli, Hz. İbrahim’in ve Hz. Muhammed’in yolundan gidenlerin ise hâl-i pür cemâlidir.

“Kıssadan hisse” budur…

Gerek Hz. Peygamber, gerek Hz. İsa bu yolla bir çok şey anlatmıştır. Bu konuda Hz. İsa’nın İncil’deki benzetmeleri meşhurdur. “On kız benzetmesi”, “Bağ kiracıları benzetmesi”, “Düğün şöleni benzetmesi”, “İki oğul benzetmesi” vb. Buralarda Hz. İsa, bir çok “kıssa” anlatır ve bunlardan hisseler çıkarır.

Bu tür anlatıların temel özelliği şudur: Anlatıcı genellikle üç, beş, ya da yedi yere uğrar. Her birinde bir şey görür. Sonunda yolun sonuna gelinir ve anlatıcı tekrar başa dönerek “Birinci gördüğün şuydu, ikinci şuydu, üçüncü şuydu…” der. En sonunda da kıssadan hisseyi çıkarır. “Demek ki şöyle olmak lazım evlat…” gibi “hayata dair” özlü bir nasihatla biter…

Mesela eski Fars adebiyatında Zümrütü Anka kuşu yedi tepeye uğrar. Bunların her birinin ne olduğunu en son Kaf Dağı’nı aştığında söyler. Buradan, zorlu engeller aşılarak ancak ölümsüzlüğe ulaşılabileceği dersi verilir…

Eski Türk edebiyatında Deli Dumrul üç kişiden (babası, annesi, eşi) Azrail’e verilmek üzere ödünç can ister. İlk ikisi vermez, üçüncüsü verir. Burada da sevgili ve eş olmanın yüceliği anlatılmak istenir…

***

Buna benzer anlatım Kur’an’da iki kıssada geçer: Zülkarneyn ve Musa ile Bilge kişi (halk arasında Hz. Hızır diye bilinir) kıssası…

Zülkarneyn de üç yere uğrar: Haksızlık yapan bir halk, kendi halinde yaşayan bir halk ve saldırı tehditi altında olan bir halk…Zülkarneyn (bir kral) her üç yerde üç tür davranış sergiler ve buradan bir kralın (siyasi otorite, devlet) halka nasıl davranması gerektiği evrensel dersini verir…

***

Usule dair kısa bir ara hatırlatma: Kur’an’ın kıssa mantığının edebiyattaki “toplumsal gerçekçi” akımının öykü mantığına benzediğini söyleyebiliriz. Yani kıssada geçen olaylar genellikle ya kavranması/ tekrar yaşanması mümkün olan eski çağlardaki gerçek yaşam öykülerinden seçilir. Ya da “gerçeküstücü” bir öykülendirme ile ruh, melek, şeytan gibi kavranması mümkün olmayan, fıtrat, deri, el, ayak, dağ, yeryüzü gibi de konuşmaları mümkün olmayan olaylardan/durumlardan seçilir ve fakat bunlar üzerinden yine gerçek yaşama yönelik mesajlar verilir.

Yani “toplumsal gerçekçi” dediğimiz öykülendirme, tarihte meydana gelmiş ve sonraki çağlarda da benzerleri olmaya devam edecek bir olayın ilgili bölümlerini, aynı adla sinemaya aktarıp filmini çeker gibi yeniden öykülendirerek kıssalaştırmaktır. Bunun üç türlü olduğunu görüyoruz: 1- Bir peygamberin veya tarihsel şahsiyetin etrafında dönen kimi olaylar, Mekke’de Hz. Peygamber’e, oradan da sonraki çağlara örnek olacak şekilde öykülendirilir; peygamber kıssalarının tamamı böyledir…2- Tarihsel bilgisi sadece Allah’ın kendi ezeli ilminde kalmış bir olay tarihin tozlu sayfalarından çıkarılarak öykülendirilir; Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf , Ashabı- Uhdud veya Bahçe sahipleri kıssası böyledir… 3- Veya bir kişinin diğerine öğüt ve nasihat amacı ile anlattıkları öykülendirilerek kıssa haline getirilir. Lokman ve Musa ile Bilge kişi kıssası da böyledir… Bunlardan çıkarılacak mesajlar genellikle yer ve zaman ismi verilmeyerek de evrenselleştirilir.

“Gerçeküstücü” öykülendirme ise, gerçek yaşama yönelik mesaj vermesi için gerçeküstücü bir anlatımla, kinaye (oluşturma), teşhis (kişileştirme) veya intak (konuşturma, dile getirme) anlatım sanatları kullanarak yapılan metafizik öykülendirmelerdir. Begoviç’in semavî prolog (gökteki ilk konuşma), M. İkbal’in “İblis Parlementosu” dediği Allah, İblis ve melekler arasında geçen konuşma veya Allah’ın ruhlar (insanların vicdanı, fıtratı, iç dünyası) ile konuşması veya insanın derileri, elleri ve ayaklarının dile getirilip konuşturulması veya dağlar ile, yeryüzü ile konuşulması gibi…

***

Usule dair bu hatırlatmadan sonra esasa gelelim…

Yazının girişinde aktardığımız Hz. Peygamber’in beş yere uğrayarak anlattıklarının “ayetleştirildiğini” düşünün…

Konuşan bu sefer Allah olacağı için, Hz. Peygamber ile o iki kişi arasında geçen “diyalog” üçüncü kişi kipiyle anlatılacaktı: “Muhammed’e, iki kişi yürü dedi. Muhammed “Bunlar kim?” dedi. Sonra gittiler gittiler, kanlı denizde çırpınan insanlar gördüler. Muhammed “Bunlar kim?” dedi, sonra tekrar gittiler…” vb.

İşte Musa ile bilge kişi arasındaki diyalog ta aynen böyledir.

Yani “Bilge kişi” (kullardan sevgili bir kul) tıpkı Hz. Peygamber’in sahebeye anlattığı gibi Hz. Musa’ya “anlatmaktadır”. Bir yere gittikleri yok! Bu “diyaloğu” Kur’an bize üçüncü taraf olarak aktarıyor. Bilge kişi tıpkı diğer anlatılar gibi Musa’yı üç yere (gemi, genç, duvar) götürüyor ve yolun sonunda tekrar başa dönerek “Birinci gördüğün şuydu, ikinci buydu, üçüncü de bu” diyerek “hisseyi” çıkarıyor.

Şimdi kısayı bu gözle Kur’an’dan okuyalım:

“Derken orada sevgili kullarımızdan bir kul buldular. Biz ona tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik. Musa ona “Sana öğretilen bilgiden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim” dedi. “Doğrusu sen benimle beraber olmaya dayanamazsın. Aklının almayacağı şeye nasıl dayanacaksın?” dedi. Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın; sorun çıkarmam merak etme” dedi. “Madem öyle, eğer bana uyacaksan, ben sana açıklama yapıncaya kadar hiç bir şey hakkında soru sormayacaksın” dedi… Ve yürüdüler… Bir gemiye binince o gemide bir delik açtı. Musa: “İçindekiler boğulsun diye mi deldin onu? Bu yaptığın çok kötü bir şey” dedi. “Benimle beraber olmaya dayanamazsın dememiş miydim?” dedi. Musa: “Neyse unutmuşum; suçlama beni, söylediğime de fazla takılma” dedi. Yine yürüdüler… Nihayet bir gence rastlayınca onu öldürüverdi. Musa: “Haksız yere masum bir cana mı kıydın? Bu yaptığın çok kötü bir şey” dedi. “Benimle beraber olmaya dayanamazsın dememiş miydim?” dedi. Musa: “Tamam, tamam, eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle ilişkiyi kesersin, o zaman haklısın” dedi.

Yine yürüdüler… Nihayet bir kasaba halkına varınca onlardan yemek istediler. Ancak onlar kendilerini misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O, duvarı onardı. Musa: “İsteseydin yaptığına karşılık ücret alabilirdin” dedi… “İşte şimdi, seninle yol ayrımına geldik. Şimdi sana o kabullenmekte zorlandığın şeylerin içyüzünü açıklayacağım.” dedi. İlk olarak o tekne, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti. Ben ona hasar vermek istemedim, çünkü peşlerinde bütün sağlam gemilere el koyan bir hükümdar vardı… O gence gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Gencin anne-babasını azgınlık ve küfür ile yoldan çıkarmasından korktuk. Rablerinin ondan daha temiz ve merhamete yatkın bir evlat vermesini istedik… Gelelim duvara, o duvar şehirde iki öksüz çocuğa aitti. Altında onlara miras kalmış hazine gömülüydü. Babaları da iyi bir zat idi. Rabbin istedi ki o öksüzler ergenlik çağına ulaşsınlar da Rabbinden bir sevgi ve merhamet olarak hazinelerini çıkarsınlar… Bak bütün bunlar kendiliğimden yaptığım işler değil. İşte senin bir türlü anlayamadığın olayların iç yüzü!” (Kehf; 18/65-82)

***

Bu kıssa üzerine “Hz. Hızır” adı altında zengin bir efsane üretildiğini görüyoruz. Sır ve tılsım anlatılarına yatkın eski dünya dinlerinin iyiden iyiye etkisi altındaki dini dünyamızın, böyle bir kıssayı hiç kaçırmayacağını söylememe bile gerek yok.

Hâlbuki bilge kişinin Hz. Musa’ya nasihat olarak “anlattığı”, Kur’an’ın da bu iki kişi arasında geçen diyaloğu üçüncü taraf olarak “aktardığı” kıssadan çıkarılması gereken ders şudur: Her an her yerde olan, zamanı ve mekanı kuşatan, tarihe bütün yelpazesi ile bakabilen, her şeyi aynı anda bilen ve her şeyi aynı anda (senkronik/hemdem) gören büyük bir yüce güç var: Allah!

Biraz daha açalım…

Allah’ın oluş ve akışın bütününe , zamanın her anına, mekanın her yerine ve bütün yelpazesi ile tarihin tümüne birden baktığını düşünün… Milyarlarca insanın nereden nereye gittiğini, kimin ne niyetle ne iş yaptığını, kimin nereye hangi amaçla yol aldığını aynı anda gören, bilen ve duyan bir büyük kuşatıcı (muhît) güç var… Balıkların denizin koynunda gezinmesi gibi, insanları da adeta avucunun içinde gezindiren bir muhit-i ekber (büyük kuşatıcı) var. Olaylar avucunun içinde olup bitiyor. Bütün her şeyle canlı bir temas halinde. Her şeyi, her fısıltıyı, her kımıltıyı anında görüyor. Gemiyi delenle gemiye el koymaya geleni, büyüyünce anne babasını kafir yapacak genç ile şu an salih olan anne babayı, duvarın altında gömülü hazine ile hazinenin sahibi yetim çocuğu zamanı ve mekanı farklı olmasına rağmen aynı anda gören, doğururken ölen anne ile doğarken ağlayan çocuğu, elli sene önce doğanla, yüz sene sonra öleni, tepeden inenle tepeye çıkanı, dağın arkasından gelenle önünden dolananı, Çin’de uçan kelebekle Meksika’da sürünen karıncayı, denizde yüzen balıkla havada uçan kartalı, tavşanı kovalayan avcı ile çalının kenarına saklanan ceylanı, Ege denizine girenle Hint okyanusundan çıkanı, havayı Afrika’da soluyanla Sibirya’da soluyanı aynı anda gören, aynı anda bilen bir Yüce Kudret var…

İşte bu kıssada insanlara Allah’ın böylesi bir güce sahip olduğu “Bilge kişi” anlatısı üzerinden kavratılmak isteniyor.

Bu tür bilme ve görmelerin bir insanda ortaya çıkması ise, bu, Hz. Yusuf gibi kişinin olayları yorumlama gücüne (tevilu’l-ehadis) sahip olması, gelişmeleri önceden kestirmesi manasına gelir. Türkçede “sezmek, kestirmek, farkına varmak, dört adım sonrasını görebilmek” dediğimiz şeyi çağrıştırır. Böylesi bir yetiye sahip olmak için insanları ve olayları iyi okumak, gelişmeleri iyi takip etmek, oluş ve akışa derinlemesine nüfuz etmek gerekir.

Keza kıssa bize Hz. Musa’nın Mısır’dan ayrı kaldığı yıllarda ciddî bir hazırlık dönemi geçirdiğini de çağrıştırıyor. Çok büyük olasılıkla Hz. Musa, Firavun İmparatorluğu’nun dayandığı sır, büyü, tılsım ve asa ideolojisini bu dönemde çözmüştür…

***

Kıssada kullanılan dil ve üslûp çoğumuzun aşina olduğu tipik bir doğu anlatım sanatı olan “kıssadan hisse” formunu çağrıştırmaktadır: “Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler.” diye başlayıp “Derken birinci tepede bir adama rastladılar, ikinci tepede bir koyun gördüler, üçüncü tepede de bir ağlayan bir kız…” diye genişleyen ve sonunda anlatıcının sözü alarak “Dinle evlât, birinci tepedeki adam şuydu, ikinci tepedeki koyun buydu, üçüncü tepedeki ağlayan kız da şu şu…” diye sonuçlanan ve en sonunda da “Gelelim kıssadan hisseye…” diye biten o bilgelik dolu anlatılar…

Bu bir anlatım sanatı olup hadislerde çokça görüldüğü gibi Musa ile bilge kişi arasındaki anlatımın da böyle olduğu anlaşılıyor. Yani bilge kişi Musa’ya “bilgece” öğütler vermekte, “Düşün ki seninle bir gemi gördüm, sonra bir çocuğu öldürdüm, sonra yıkılmakta olan bir duvara rastladım…” diye anlatmaktadır. Musa ise her seferinde “Bu nasıl olur?” diye sormaktadır. Nihayet sonunda sözü olan bilge “kıssadan hisseyi” çıkarmakta ve “Her şeyi bilenin ve görenin, her yerde aynı anda olanın Allah olduğu ve O’nun bilgisinin zamanı ve mekânı tümüyle kuşattığı” dersini vermektedir.

***

“O zaman bütün kıssalar da böyledir” denirse, yukarıdaki “toplumsal gerçekçi” ve “gerçeküstücü” öykülendirme diye ikiye ayırarak anlattıklarımı tekrar okuyunuz.

Toplumsal gerçekçi öykülendirme tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olandır, fizikle ilgilidir. Gerçeküstücü öykülendirme ise, tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olmayandır, metafiziği (idrak edilemeyeni) kavratmak içindir.

***

İşte Musa’ya Bilge kişinin “gerçeküstücü” bir tarzda anlattıkları, “toplumsal gerçekçi” bir tarzda ayetleştirilerek diyalog haline getirilmekte ve “geçmiş zamanda öykülendirme” yapılarak aktarılmaktadır. Burada Allah anlatıcı değil; anlatılanı aktarıcıdır. Anlatıcı Musa’nın karşısındaki Bilge kişidir.

Tıpkı Hz. Peygamber’in yazının girişindeki örnek rivayette geçen anlatısının Bilge kişininki gibi ayetleştirilseydi “Sonra gittiler, Muhammed bunlar kim? deyince, o iki kişi şöyle dedi” şeklinde anlatılacağı gibi…

Tıpkı Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir’eDün gece Kudüs’e gittim” demesinin “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah’ın şanı ne yücedir” (17/1) şeklinde ayetleşmesi gibi. Yoksa Hz. Aişe’nin “Bütün gece yanımdaydı” demesinden de anlaşılacağı gibi “fiziki” olarak bir yere gidildiği yok!

Bunlar vicdanî, manevî ve ruhanî görüm olarak anlatanın vicdan, ruh, gönül ve dil dünyasında olup bitmektedir.

***

Toparlarsak…

Eski dünya dinlerinde (Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Yahudilik, Şamanizm ve Eski Yunan dinleri) bahar tanrıları, yarı tanrıları veya baş melekleri vardı. Baharın gelişinin, yeryüzünün canlanışının sorumlusuydular. Örneğin “Nevruz” bahar, bitki ve yeşillik tanrılarının yaratmalarına başlama günüydü. Buradan baharın gelişi yeşillikle ifade edildiği için “Hızır” (Yeşillenmiş), aynı inanç Tevrat’da “İliyâz/s” olarak geçtiği için de ikisi birleştirilerek “Hızır-İliyâs/z” (Hıdırıellez) oldu!

Bilge kişi, çimenler üzerinde oturarak Hz. Musa’ya nasihat ettiği için, buradan, yeşillik demek olan Hızır ile ilişkilendirildi ve verdiği mesaj olan “Her an her yerde olan Allah” da her an her yerde bitiveren “Hz. Hızır” oldu!

Müslüman zihinde “Allah’a” iman böylece çökünce, eski dünya dinlerinin bahar tanrıları “Hızır gibi yetişti” ve “Yetiş ya Hızır!” Allah’a imanı çökmüşlerin çaput ve türbe duası oldu…

***

Ey Musa’ya mavi gök altındaki yeşil çimenler üzerinde “tevhidi” anlatan bilge kişi!

Anlatmaya çalıştığın tek “Allah” eski dünya dinlerine rağmen hep yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak! Çünkü O dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyendir (Hayyu Qayyum). Birdir (ehad) ve tek bir bütün halinde (samed) her şeyi kuşatmış; ineni çıkanı, geleni gideni, duranı göçeni, doğanı öleni, vuranı kaçanı, uyuyanı gezeni, dünü bugünü, görüneni görünmeyeni, doğuyu batıyı, güneyi kuzeyi, eskiyi yeniyi gelmişi geçmişi vs. “aynı anda” görüyor (basîr) ve hep bir “ezelî şimdi” de yaşıyor…

Amennâ ve saddaknâ…

Seni duyuyor ve anlıyorum.

Recep İhsan Eliaçık

(FATIR suresi 5. ayet) Ey insanlar, Allah'ın vaadi haktır! O halde iğreti dünya hayatı sizi sakın aldatmasın! O yaman aldatıcı, o çok gururlu, sizi sakın Allah ile aldatmasın.

Rabbimiz ilahi hükmünde önemli bir uyarıya dikkat çekmiştir. Kendi adı ile aldatılma tehtidi ile karşı karşıya kalabileceğimiz, bizlere kendi ilahi hükmü vasıtası ile bildirilmiş bulunmaktadır. RAHMAN ve RAHİM olan ALLAH şüphesiz ki kendi ismi ile aldatanları kuranda uyarmış, aldatılanları da bu tehdide karşı dikkatli olmaları konusunda ikaz etmiştir. Ancak yüce yaradıcımız farklı bir hususa da dikkat çekmektedir,

(BAKARA suresi 7. ayet) Allah onların kalpleri, kulakları üzerine mühür basmıştır. Onların kafa gözleri üstünde de bir perde vardır. Onlar için korkunç bir azap öngörülmüştür.

(KEHF suresi 101. ayet) Onlar, gözleri benim zikrim/Kur'anım karşısında perde içinde olan insanlardı. Dinlemeye dayanamıyorlardı.

(CÂSİYE suresi 23. ayet) Kendisinin ilahı olarak kendi duygu ve arzusunu almış kişiyi gördün mü? Allah onu bir ilim üzerine saptırmış, kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış, gözünün üstüne de bir perde çekmiştir. Allah'tan sonra ona kim kılavuzluk edecektir. Hâlâ düşünüp ibret almıyor musunuz?

Anlaşıldığı üzre, Rabbimiz de o aldatıcıları gözlerine bir perde çekmiştir, burdan şöyle bir yorum elde edebiliriz, kişi imanı neticesinde muamele görür, aldatıcılar imanlarının doğurduğu şirk temelleri neticesinde hakktan uzaklaşmışlardır. Bu noktada iş aldananlardadır, onlar-aldatıcılar bir muhakeme,imtihan aracı olmuşlardır.

Tabiki o aldatıcıların da gerçekleri anlayabilmesi adına Rabbimiz gafletten de nasibi ve vicdanı ile kurtulabileceğini, kişinin-aldatıcının da aldanmışın da gözündeki perdeyi kaldırabileceğini,

(KAF suresi 22. ayet) Yemin olsun, sen bundan gaflet içindeydin. Ama perdeni üstünden kaldırıverdik. Bugün gözün keskin mi keskin.

ayetinde açıklamıştır. Perde, manası itibari ile örten,gizleyen gibi bir Arapca temelde gelmektedir. Rabbimiz ilmi reddi diretenleri ondan tamamen mahrum bırakır. Kuranı okumamaya diretenleri de o perde ile mahrum kılar. İşte aldatıcı-aldanan bu noktada birleşir ki, onların dostluğu ancak Rabbimizin dilemesi ile bozulur.

Bu noktaya kadar üzerinde durduğum aldatıcı ve aldanan aslında Kurani tabir ile "müşrik" manasındadır. Müşrik tam olarak Allahı reddetmeyen ama şirk koşan demektir.

Şirk bilinçli yada bilinçsiz, Rabbine ortak koşmak mahiyetinde kişi müşrikleşmiş demektir. Bir müslüman nasıl mı şirk koşar, ben neden şirk koşayım derseniz bunun yöntemi çoktur. Türbelere gidip evliyalara el açmak, hocaefendilerden şefaaat dilemek, Rabbinin hakim kıldığı Kuran dışında başka kitapları ön planda tutmak.

Son madde çok önem arz etmektedir. Sebebi açıktır ki, ister yorum olsun ister tefsir, yazanın fikri mevcut ise kurani birtakım temel kavramların dışına çıkma imkanı muhtemeldir. Risaleler,kuttubüsitteler,esbabınüzullar,siyerler,tasavvufi kaynaklar fikriyat olarak kurani gibi görünsede asıl olarak insani yani fanidir.

Bu noktada bu kaynakların geçerli kılındığı İslam inancı basit tabir ile ava giderken avlanmaktan öteye geçmez.

(NAHL suresi 89. ayet) Gün olur, her ümmet için kendi aleyhlerine kendi içlerinden bir tanık çıkarırız. Seni de şu insanlar hakkında tanık olarak getireceğiz. Sana bu Kitap'ı indirdik ki herşey için ayrıntılı bir açıklayıcı, bir kılavuz, bir rahmet, Müslümanlara da bir müjde olsun.

İnsanlık arayışlarını tatmin etmekte her daim aldatıcıların bid-at larına maruz kalmışlardır. Bu bid-at lar maalesef ki müşrikleşme yolunda atılan adımlar olmuş, kişiler bilmeden anlamadan o yolun yolcusu olmuşlardır. İşte bilmeden aldatılanların hali, müşrikliğin ince noktası.

Kurani inanç temel olarak ilahi hükümler doğrultusunda ilerlemek demektir. Bunu göz ardı eden zülmani yapıda bilinçsiz müşrikleşmeye yol almış gemiler gibidirler.

(EN'ÂM suresi 79. ayet) "Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben."

(EN'ÂM suresi 161. ayet) De ki: "Beni, dosdoğru yola Rabbim iletmiştir. Güçlü, pürüzsüz bir dine, hanîf olan İbrahim'in milletine. Müşriklerden değildi o."

(NAHL suresi 120. ayet) Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlı başına bir ümmet idi; bir hanîf olarak Allah'ın önünde eğiliyordu, müşriklerden değildi.

(BEYYİNE suresi 6. ayet) Ehlikitap'ın küfre sapanlarıyla müşrikler, içinde sürekli kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler. İşte onlardır yaratılmışların en şerlisi.

(NAHL suresi 123. ayet) Daha sonra sana şunu vahyettik: Bir hanîf olarak İbrahim'in milletine uy! O, müşriklerden değildi.

bu noktada bir sonuç çıkartabiliriz. Haniflik-monoteistlik-tektanrıcılık-muvahhidlik inancında tek ilah olan ALLAH a ve onun hükmü olan kurana uymamız gerekliliği apaçık şüphe götürmez şekilde belirtilmiştir. Bunun aksi yönünde düşünenlerinde halleri ortadadır.

Müşrikleşmek bilinçsiz olabileceği kadar, algısızlıktan da kaynaklanır. Hristiyan inancında yozlaşma hüküm sürer iken hanifler mevcut idi, ibadetleri ile küçük gruplar halinde hayatlarını sürdürüyorlardı. İşte bu metabolizmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Müşriklere dahil olmayan hanifler peygamberimiz döneminde de Resulullaha tabi oldular. Hayatlarını fanilikten arınmış bir ilahi kudrete, Kurana dayandırdılar. Tevhid bilinci ve şuuru ile yaşadılar. Günümüzdede bu yapı hamd olsun ki devam etmektedir.

Kuransızlaşmış bir islami yapının doğurduğı hassas neticeleri bu kadar düşünmüşken, mümkününü ve de olması gerekenleride muhakak değerlendirmek gerekmektedir.

Şüphesiz Kurani düşünen her hak kulu birer uyarıcıdır. Kuransızlaşmanın doğurduğu hizpler, fırkalar malum şekli ile islami yapıyı hızla hristiyanlaşma yoluna sürüklemektedir. Bu bağlamda ortaya atılan "ılımlı islam" ve benzeri fikirler de bu düşünceyi tasdik eder görünmekte. Çözüm nedir, halka HAKKI kuran ile anlatmak.

Rahman ve Rahim olan Allahı insanlara buyruğu ile anlatmak. Buyruğun gerekliliklerini ve ilkesizleşmiş aldatıcı maskeleri düşürmek.

Aldatıcılar kıyamete kadar bilinçsizce görevlerini devam ettireceklerdir. Bu bağlamda iş aldanmışları kurana çevirmek olsa gerek

Eren Erdem