Uzay’da hayat var mı? sorusu, belki de oldum olası insanoğlunun en çok sorduğu bir sorudur. Uzay araştırmalarının çok yoğunlaştığı çağımız da bile, bu soru hâlâ güncelliğini korumaktadır.

Kur‘an’dan azıcık haberdar olan bir insanın, tereddütsüz, “evet, vardır” diye cevap vereceği bir sorunun, milyonlarca din adamı, ilahiyatçı, hafız ve Kur‘an okuruna rağmen, cevabı hâlâ somut olarak verilmemiş bulunmaktadır.

Halbuki aşağıda vereceğimiz âyetler, üstündekilerle birlikte yerin (dünyanın) bir eşinin de gökte olduğuna açıkça dikkat çekmektedir.

“Her şeyi çifter çifter yarattık ki, düşünüp anlayasınız diye...” (Zâriyat: 51/49)

Bu ve buna benzer bir çok âyetin vurguladığı kuram’dan hareketle düşünüldüğünde, Güneş, Ay ve Dünya gibi gezegen veya sistemlerin de çifter çifter olması gerektiği anlaşılmaktadır. Bundan dolayı Kur‘an, iki doğu ve iki batıya dikkat çekerek, içinde bulunduğumuz güneş sisteminin bir müteşâbihinin (benzer, eş) daha olduğunu vurgulamaktadır.

“O, iki doğunun ve iki batının Rabbi’dir.” (Rahman: 55/17)

Âyetin dikkat çektiği iki doğu ve iki batıyı sahnelemek için çalışacak olsak, Güneş ve Ayları ile birlikte iki ayrı Dünya’yı tasavvur etmekten başka bir yol var mı? Bu âyet, birbiri ile müteşabih iki ayrı güneş sistemini vurgularken, aşağıdaki âyetler, birbiri ile müteşabih sayısız güneş sistemlerinin de olduğuna dikkat çekmektedir.

“Yoo, doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki bizim gücümüz yeter.”
(Meâriç: 70/40)

“Göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunanların Rabbi, doğuların da Rabbidir.” (37/Sâffât: 5, S. Ateş çev.)

Yüce Allah, doğu ve batılardan söz ederek, üzerinde yaşam süren birçok dünyaların olduğunu vurgularken, bizim üzerinde yaşadığımız dünyanın Uzay’daki eş veya ikizine özellikle dikkat çekmektedir.

“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de onların bir mislini yarattı...” (Tâlâk: 65/12)

Âyet Yer’in, (dünya) içerdiği yaşam kaynakları ile birlikte, gökteki bir gezegen veya sistemin bir misli, yani bir benzeri olduğuna dikkat çekmektedir.

Âyet’in dikkat çektiği yedi gök, öncelikle her iki gezegenin içerdiği temel yaşam kaynaklarına dikkat çekmektedir.

Çünkü, Kur‘an’daki semâ (gök) kavramı, mecâzen de yaşama ve yaşamaya dikkat çeker.

Söz konusu yaşam kaynakları şöyle sıralanabilir.

1- Güneş
2- Ay
3- Atmosfer
4- Su
5- Bitkiler
6- Hayvanlar
7- İnsanlar

Yerkürenin bir benzerinin de gökte olduğunu, orada da birçok insanın veya canlıların bulunduğunu, hiç bir şüpheye yer bırakmadan, aşağıdaki âyetler de haber vermektedir.

“Gökleri ve yeri ve bunların içinde yaydığı canlıları yaratması da O’nun âyetlerindendir. O, dilediği zaman onları toplamaya da kaadirdir.”
(42/Şura: 29, S. Ateş çev.)

“Göklerde ve yerlerde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.”
(19/Meryem: 93, S. Ateş çev.)

“Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri daha iyi bilir.” (17/İsra: 55, S. Ateş çev.)

“Göklerde ve yerde bulunan şeyleri kendisinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (45/Casiye: 13)

Buraya kadar verdiğimiz âyetleri okuyan, Kur‘an’a inanan her kültür düzeyindeki insan, Evren’de yalnız olmadığımızı, Evren’de bizimki gibi sayısız dünyaların, bizler gibi sayısız insanların olduğunu hemen anlar. Zaten bizim üzerinde durmak istediğimiz esas konu, Evren’de yalnız olup olmadığımız konusu değildir. Bu konuda araştırmalar yapan, Evren’de yalnız olmadığımızı iddia eden birçok kuruluş ve birçok insan var. Bizim üzerinde durmak istediğimiz esas konu Evren’in diğer bölgelerindeki üzerinde yaşam süren gezegenlerin ve bilhassa, dünya’nın eşi konumundaki gezegenin veya o gezegende yaşayan insanların bizi ilgilendirip ilgilendirmediğidir.

ÖLÜM VE ÖTESİ: Bütün din adamı ve dini kaynaklar ölümün bir yok oluş olmadığını, ölümün yeni bir yaşamın başlangıcı olduğunu söylerler. Ancak, söz konusu yaşamın nerede ve nasıl sürdüğü, ölülerin ne yeyip ne içtikleri, onlardan neden haber alamadığımız veya onları neden göremediğimiz ile ilgili sorulara, onlar bizim idrak edemeyeceğimiz mânâ ve ruhlar âleminde yaşamaktadırlar gibi, aklıyla inanmak isteyen hiçbir insanı tatmin etmeyecek cevaplar verirler. Eğer, ölülerin yaşamı bizim idrak sınırlarımız dışında kalıyorsa, bu onların yaşamadığı, bir hiç olduğu anlamına gelmez mi? Yoksa, Vahdet-i Vücud felsefesinde olduğu gibi, ölen insanlar zaman ve mekân kurallarının dışına çıkıp, hâşâ, Allah’a mı karışıyorlar? Özgür irade sahibi bir ruh veya bir öz benlik, zaman, mekân ve madde üstü sonsuz büyüklükte bir varlığa karışırsa, yok olmuş olmaz mı? Veya denize dökülen bir bardak su, bir bardak su olma özelliğini kaybedip, yok olmuş sayılmaz mı?

Yoksa ölüm, bazı müslümanların iddia ettiği gibi bilinçsiz ve şuursuz bir şekilde, ta kıyamete kadar uykuya mı yatmaktır?

Eğer öyle ise: Milyonlarca yıl bilinçsiz ve şuursuz bir şekilde kalmak, hele bir müslüman için çok ağır bir ceza olmaz mı?

Hıristiyan, yahudi ve müslüman din adamı veya kaynaklarının, ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili verdikleri bilgiler, üç aşağı beş yukarı aynıdır ve yukarıda değindiğimiz türden, insanı tatminden son derece uzak bilgilerdir. Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili, bir müslümanı tatmin edecek en doyurucu bilgileri, birçok açıdan ve binlerce âyetle, sadece Kur‘an vermektedir. Ancak, gözünü ve gönlünü şartlanmışlığın bürüdüğü müslüman din adamları, Kur‘an’ın verdiği bilgileri görememektedirler.

Halbuki, müslüman din adamları, sadece Hz. Muhammed’in göğe çıkışının, Hz. İsa’nın göğe kaldırılışının hikmetini düşünseler, ölümün ve hemen ölüm ötesinin ne olduğunu idrâk edeceklerdir.

“Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir.” (7/Araf: 40, S. Ateş çev.)

Âyet, çok açık bir şekilde, büründüğü bedenden ayrılan (ölen) cân’ların (ruh) göğe çıkacağına ve cennetin de gökte olduğuna dikkat çekmiyor mu? Âyet, Allah’ın âyetlerine inanmayanlara gök kapılarının açılmayacağını ve onların cennete giremeyeceğini bildirirken, aynı anda, Allah’ın âyetlerine inananlara gök kapılarının açılacağını ve onların cennete gireceğini dolayısıyla cennetin de göklerde olduğunu vurgulamış olmuyor mu?

Bütün dinlerde olduğu gibi, İslâm dininde de cennet ve cehennem inancının çok önemli bir yer tuttuğu ve Kur‘an’ın cennet ve cehennemlerden sık sık söz ettiği herkesin malumudur. Ancak, ferasetten yoksun, Asrı Sââdet sonrası ve günümüz müslüman din adamları, cennet ve cehennemin henüz yaratılmadığını ve Kıyametten sonra yaratılacağını, Kur‘an’a ve aşağıdaki âyetlere rağmen, düşünmekte ve söyleyebilmektedirler.

“Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada bir soluk alıp verişleri vardır ki!...

Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır.

Meğer Rabb’in, çıkmalarını dilemiş olsun. Çünkü Rabb’in, istediğini yapandır.

Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer Rabb’in çıkmalarını dilemiş olsun. Bu, kesintisiz bir vergidir.” (11/Hud: 105, 106, 107, S. Ateş çev.)

Âyetler, bir önce verdiğimiz ve üzerinde durduğumuz âyeti veciz bir şekilde tefsir etmektedir.

1- Âyetler, “Gökler ve yer durdukça”, yani dünya dururken veya yerde yaşam devam ederken, aynı anda cennet ve cehennemlerin de gökte ve faaliyette olduğuna dikkat çekmektedir.

2- Âyetler bütün insanların, hemen ölüm sonrası göğe çıkacağına, inananların cennette ağırlanacağına, inkâr edenlerin de cehenneme gireceğine dikkat çekmektedir.

3- Âyetler, söz konusu cennet ve cehennemdekilerin, bulundukları yerden çıkmasından söz ederek, dikkat çekilen cennet ve cehennemlerin, hemen ölüm sonrası, Kıyamet öncesi, geçici cennet ve cehennemleri olduğunu vurgulamaktadır.

Bütün insanların hemen ölüm sonrası, bir yerlere gittiğini veya bir yerlerde yaşadığını, aşağıda vereceğimiz âyetler de açıkça anlatmaktadır.

“Allah onu, (Hz. Musâ) onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu ve Firavn ailesini azabın en kötüsü kuşattı:

Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de: Firavn ailesini azabın en çetinine sokun! (denilir) (40/Mümin: 45, 46, S. Ateş çev.)

Dikkat edilirse, âyetler, Kıyamet’ten önce ve sabah akşam vakitlerinin yaşandığı bir ortamı ve o ortamda azap gören Firavn ve Firavn ailesini vurgulamaktadır.

Âyetlerin dikkat çektiği yer, iki doğu ve iki batı’nın yaşandığı yerlerden biri veya dünya’nın gökteki benzeri (müteşâbihi) veya: Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada bir soluk alıp verişleri vardır ki!... Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır, dediği ve daha önce verdiğimiz âyetlerin dikkat çektiği, gökteki canlıların, şahısların yaşadığı yerdir.

“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma: Hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar.

Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler.

Allah’ın nimetine, lutfuna ve Allah’ın mümin’lerin ecrini zâyi etmeyeceğine sevinirler.” (3/Ali İmrân: 169, 170, 171, S. Ateş çev.)

Âyetlerin son ifadesi, müminlerin de Allah yolunda öldürülenlerle aynı konumda ve aynı ortamda bulunacağını vurgulamaktadır.

Âyetin dikkat çektiği Allah katından maksat, Allah’ın razı olduğu insanların hemen ölüm sonrası toplanacağı gökteki cennettir. Çünkü Allah mekân’dan münezzehtir, O’na herhangi bir yer atfedilemez.

Âyetlerin dikkat çektiği yer veya kat “Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır” dediği yerdir.

Buraya kadar dikkatinize sunduğumuz yer ve üstündeki şahıslar, yani cennet, cehennem ve üstündekiler, ferasetten yoksun din adamlarının zannettiği gibi, metafizik veya madde ötesi bir yer ve madde ötesi varlıklar değildir. Tıpkı dünya gibi zaman ve mekân kurallarına tabi varlıklardır. Çünkü, Yüceler Yücesi Allah’ın hakim olduğu Varlık ve Yaşam Âlemi’nde, söz veya kelâmdan başka maddi olmayan hiçbir şey yoktur. Söz, kelâm veya bilgiden başka, madde veya madde menşeli olmayan bir şey zaten yoktur, boştur. Ancak atom, elektron, bazı ışın ve hava gibi çok küçük veya çok ince, yıldızlar gibi çok uzak, insanın, insanoğlunun göremediği maddeler, maddi varlıklar vardır.

Ölümün fiziksel bir olay veya maddesel bir ayrışma, ölüm ötesinin de zaman ve mekân kurallarının hakim olduğu bir yer olduğuna, Hz. Muhammed’in yaşadığı ve İslâm literatürüne miraç hadisesi diye girmiş bulunan olayda çok açık bir şekilde anlatılmaktadır.

DÖNÜŞ GÖKLEREDİR: İslâm dünyası ve müslüman din adamları, sadece, Hz. Muhammed’in yaşadığı ve Kur‘an’ın anlattığı esrâ olayını anlayabilmiş olsalardı, ölüm ve hemen ölüm ötesi bir muamma olmaktan çıkardı. Asrı Sââdet sonrası müslüman din adamları, Hz. Muhammed’in yaptığı esrarengiz yolculuğu, peygamber taassubundan dolayı bire bin de hurafe katarak, peygamberler arası kuvvet gösterisine dönüştürmüşler ve bu hengâmede yolculuğun esas esprisinin dikkatlerden kaçmasına yol açmışlardır.

Rivayetlerden ve Kur‘an’dan da anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed’in yaptığı söz konusu yolculuğun Hz. Muhammed ve Kur‘an’dan başka şahidi yoktur. Olay, Hz. Muhammed’in yaşadığı özel bir olay ve gördüğü özel bir mucizedir. Hz. Muhammed’in gördüğü mucizeye, kendisinin peygamberliğine inanan arkadaşları da dahil, muhataplarından hiçkimsenin vakıf olmadığı da anlaşılmaktadır. Bu durumda: Hz. Muhammed’in, gördüğü mucizeyi kendisine inanmayan, kendisiyle alay edip şiddetle muhalefet eden muhataplarına bile haber verip, anlatmasının çok önemli veya çok özel bir nedeni olmalı. Çünkü, çok iyi idrak ettikleri Kur‘an gibi açık ve kalıcı bir mucizeye rağmen, Hz. Muhammed’e inanmayanlar, kendileri görmediği halde, Hz. Muhammed’in göğe çıktığını duyunca mı inanacaklardı.

Hz. Muhammed’in yaşadığı esrâ olayı, bütün peygamberlerin inanan inanmayan bütün insanlara anlatmakla sorumlu oldukları çok temel bir olaydır. Çünkü olay, bütün insanların kaçınılmaz olarak yaşadığı ve yaşayacağı ölüm ve hemen ölüm ötesi ile ilgili bir olaydır.

“Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksâ’ya yürüttü, (Esrâ, yaptırdı) O’na âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye. Gerçekten O, işiten görendir.” (17/Esrâ: 1, S. Ateş çev.)

Âyette geçen ve sureye ad olan esrâ kavramı, adından da anlaşılacağı gibi beden dışı yolculuk anlamına gelen astral bir seyahati vurgulamaktadır. Çünkü insan da, biri ateş esaslı, biri de toprak esaslı olmak üzere iki ayrı, yani çift beden sahibidir. İnsanın asıl ve ölümsüz bedeni, ateş esaslı bir tür ışın olan, toprak esaslı bedene hayat verip canlılık kazandıran, Kur‘an’ın ifadesi ile Can’dır. Hz. Musâ ile ilgili kıssada harekete geçen Musâ’nın Asâ’sı bu olayı sembolize etmektedir.

“Asânı at! Asâsının harekete geçip CAN’landığını görünce dönüp kaçtı arkasına bile bakmadı. Ey Musâ dön, korkma sen güvende olanlardansın.” (28/Kasas: 31)

Dikkat edilirse âyet, asâyı hareket ettirip, hayat veren şeyi, cân diye adlandırmaktadır. Ne yazık ki din adamları, Kur‘an’ın dikkat çektiği cann’ı teşhis edemedikleri için, insanın asıl ve ölümsüz yönünün can olduğunu anlayamamışlardır.

Halbuki can, bedenin her yanına nüfuz eden bir tür ışın madde olup, ruh’un asıl yüklenicisidir. Ruh ise, herhangi bir madde olmayıp, söz ve bilgi gibi soyut bir değerdir. Örnek olarak insanı bilgisayara benzetirsek: Kompüter bedene, disket cann’a, diskete yüklenen bilgiler de ruh’a benzetilebilir.

Din adamları akıl yürütme alışkanlığını edinemedikleri için, ruh’un mahiyetini Allah’tan başka hiçkimse bilmez diyerek, ruh’u da hiç anlamamışlar ve anlamaya çalışmamışlardır.

İleriki sayfalarda ruh ve can konusuna ayrıca değineceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, ruh, insanı diğer yaratılmışlardan üstün ve farklı kılan yegâne değer veya yegâne özelliktir.

Âyetin dikkat çektiği ve Hz. Muhammed’in astral bir seyahat yaptığı “uzaktaki bir toplanma yeri” anlamına gelen Mescidi Aksâ, zannedildiği gibi Kudüs’teki bir cami olmayıp, bütün insanların Kıyamete kadar bir daha dönmemek üzere, hemen ölüm sonrası astral bir seyahat sonucu çıktıkları, gökteki dünyanın benzeri (müteşabihi), zaman ve mekân kurallarının hakim olduğu bir gezegen ve o gezegenin çok özel bir bölgesidir.

Çok ilginçtir, Hz. Muhammed’in ziyaret ettiği ve çok önemli olaylara şahit olduğu söz konusu gezegene Kur‘an, arzu edilen bir yıldız diye dikkat çekmektedir.

“Arzulanan yıldıza andolsun. Arkadaşınız azıp, sapmadı. O, kendi arzusuyla konuşmaz. O’nun konuşması, vahiyden başka bir şey değildir. O’nu en güçlü öğretti. Üstün akıl sahibi, doğruldu. Kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yaklaştı. İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı. Kuluna vahyettiğini vahyetti. Gördüğünden yanılmadı. O’nun gördüklerinden kuşku mu duyuyorsunuz? And olsun, O’nu bir inişinde daha görmüştü. Sidretül Münteha’nın yanında. O’nun yanında cennetül-mevâ vardır. Sidreyi kaplayan kaplıyordu. Gözü yanılmadı ve haddi aşmadı. And olsun, Rabbi’nin büyük âyetlerinden bazılarını gördü.” (53/Necm: 1-18)

Âyetler, Hz. Muhammed’in, söz konusu yıldızda görüp yaşadıklarını, adeta ayrı ayrı çizilmiş resim tabloları halinde sunduğu için, âyetlere verilen anlamlar, Hz. Muhammed’in orada yaşadıklarını yeterince yansıtmamaktadır. Genel olarak; âyetlerden cennetlerin söz konusu yıldızda olduğu ve Hz. Muhammed’in ziyareti esnasında Yüce Allah’ın cennete tecelli ederek, cennetin en yüksek yerinde bulunan Hz. Muhammed’e vasıtasız, doğrudan vahyettiği ve Hz. Muhammed’in, Yüce Allah’ı bir nevi gördüğü anlaşılıyor.

Âyetlerle ilgili tefsirlerde yer alan yorumlardan, müslüman din adamlarının, âyetlerin dikkat çektiği olayları anlamaları şöyle dursun, âyetlerin yer aldığı sürenin adından da anlaşılacağı gibi, olay veya olayların bir yıldızda yaşandığını bile anlamamışlar ve âyetlerle ilgili gülünç yorumlar yapmışlardır. Halbuki âyetlerin dikkat çektiği yer bir önce verdiğimiz âyetin dikkat çektiği Mescidi Aksâ’dır.

Çünkü bir önce verdiğimiz âyetin dikkat çektiği Mescidi Aksâ, iddia ve zannedildiği gibi Kudüs’teki bir cami değildir.

Çünkü:

1- Âyetin dikkat çektiği Mescidi Aksâ’nın mübarek, kutsal ve bereketli bir yer olduğu vurgulanmaktadır. Halbuki, bizim bildiğimiz Kudüs’teki Mescidi Aksâ son elli yıldır savaş ve zulüm altında olduğu gibi, tarih boyunca da birçok savaşlara sahne ve sebep olmuş bulunmaktadır.

2- Mescidi Aksâ kavramı, çok uzaktaki bir ibadet veya toplanma yeri anlamına gelmektedir. Eğer Mescidi Aksâ, Kudüs’teki bir cami ise, bu durumda, âyet Kudüs’teki insanlar açısından zıt bir anlam ifade etmiş olmaktadır.

3- Eğer Hz. Muhammed’in astral bir seyahat yaptığı yer, Kudüs’teki bir cami ise, bu durumda, Hz. Muhammed’in göğe çıktığı ile ilgili iddialar havada kalmış olmaktadır. Çünkü, Hz. Muhammed’in göğe çıktığına doğrudan dikkat çeken başka bir âyet Kur‘an’da bulunmamaktadır.

Hz. Muhammed’in yaşadığı ve İslâm literatürüne Miraç hadisesi diye girmiş bulunan ve Kur‘an’ın yüzlerce âyetle ışık tuttuğu olayın, asıl ve yegâne esprisi, ölümün Uzayın derinliklerindeki belli bir yıldıza yapılan astral bir seyahat olduğunu anlatmaktadır.

Diğer bir ifade ile: Ölümün, Cann’ın bulunduğu bedenden, yaşadığı mekândan ayrılıp, başka bir bedene ve başka bir mekâna geçmesi olduğunu vurgulamaktadır.

Aşağıda vereceğimiz âyetlerde, ölüm sonrası bütün insanların göğe döneceğine, başka bir açıdan ışık tutmaktadır.

“O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yeyin. (Sonunda) DÖNÜŞ O'NADIR.

GÖKTE OLANIN, sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer, birden sallanmağa başlar.

Yoksa siz, GÖKTE OLANIN üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? (O zaman) tehdidimin nasıl olduğunu bileceksiniz.”
(67/ Mülk Suresi: 15, 16, 17, S. Ateş çev.)

İlk bakışta âyetlerden, Yüce Allah’ın sanki gökte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Kur‘an’ın geneli dikkate alınarak, Yüce Allah’ın zaman ve mekân üstü olduğu da hatırlanırsa, âyetlerin, Yüce Allah’ın nerede olduğunu değil, dönüşün ne yöne doğru olacağını vurguladığı anlaşılmaktadır.

Dönüşün göğe doğru olacağına yani, göğe ve gökteki söz konusu yıldıza doğru olacağına aşağıdaki âyet daha açık bir şekilde dikkat çekmektedir.

“Yerin içine gireni ve ondan çıkanı bilir. Gökten ineni ve oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok bağışlayandır.” (34/Sebe: 2, S. Ateş çev.)

Âyetin tasvir ettiği olayı daha iyi vurgulamak için âyeti, parantez açarak tekrar yazalım.

“Yerin içine gireni (ceset) ve ondan çıkanı (can) bilir. Gökten ineni (ölüm meleği) ve oraya çıkanı bilir.”

Âyetin dikkat çektiği gökten inenin, ölüm meleği olduğu aşağıdaki âyetten anlaşılmaktadır.

“‘Rabb’imiz Allah’tır deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner: Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! (derler)(41/Fussilet: 30, S. Ateş çev.)

Ölümün göğe, yani Uzayın derinliklerine dönüş olduğuna doğrudan ve dolaylı dikkat çeken yüzlerce âyetten en dikkat çekici olanlarından bazılarını daha dikkatinize sunarak konuyu bitirelim:

“Biz toprakta kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız? dediler. Doğrusu onlar Rablerine çıkmayı inkâr edenlerdir.” (32/Secde: 10, S. Ateş çev.)

“And olsun şafak vaktine.

Değirmileşen aya. Ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya (galaksiden, galaksiye) bineceksiniz. (Çıkacaksınız) Onlar hala İnanmıyorlar mı?”
(84/İnşikak: 16, 20, S. Ateş çev.)

“Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var.” (51/Zariyat: 22, S. Ateş çev.)

Hz. Muhammed’in ziyaret ettiği ve bütün insanların ölüm sonrası gideceği yıldıza aşağıdaki âyetler de dikkat çekmektedir:

“Göğe ve Târık’a andolsun. Tarık’ın ne olduğunu sen nereden bileceksin. Parlayan yıldızdır. (Buluşma yıldızıdır)(86/Tarık: 1, 2, 3, S. Ateş çev.)

Din adamları, birçok Kur‘an kavramını sonradan giydirilen anlamlarla anlamlandırdıkları için, birçok âyetin vurguladığı olay da doğru anlaşılmamıştır.

Örneğin, yukarda verdiğimiz âyette geçen, “parlayan yıldızdır” ifadesi, Kur‘an’dan tetkik edildiğinde, “parlayan” diye anlamlandırılan Sakıb kelimesinin bulmayı, buluşmayı vurgulayan bir kavram olduğu anlaşılmaktadır.

Bu durumda âyete uyan en uygun anlam, buluşma yıldızı, bulunan veya bulunacak yıldız anlamı olmaktadır.

Bize göre: Uzayın derinliklerindeki söz konusu yıldız, bilim adamları tarafından bugüne kadar eğer bulunmadı ise, yakın bir gelecekte mutlaka bulunacaktır. Yani, insan veya insanlık ölmüş atalarının yaşadığı yıldızdan haberdar olacak veya haber alacaktır.

Aynı surenin 11. âyeti de göğe dönüleceğini vurgulamak suretiyle, dönülecek yerin söz konusu yıldız olduğuna dikkat çekmektedir.

“DÖNÜLEN GÖĞE AND OLSUN, Çatlayan yere andolsun ki, O (Kur‘an) elbette ayırt edici bir sözdür. O, şaka değildir.” (86/Tarık: 11, 12, 13, 14)

Buraya kadar dikkatinize sunduğumuz âyetlerden ve yaptığımız yorumlardan, bütün insanların hemen ölüm sonrası gökteki bir gezegene çıktığı ve Kıyamet sonrası yeniden düzenlenecek yeryüzüne, yeryüzü cennetlerine, ebediyen kalmak üzere tekrar gönderileceği anlaşılmaktadır.

“O gün göğü yazı tomarlarını dürer gibi toplarız. İlk yaratmaya başladığımız gibi onu yine iade ederiz. Üzerimize sözdür; biz bunu mutlaka yapacağız.

And olsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da ARZA mutlaka iyi kullarım VARİS olacaklar diye yazmıştık.” (21/Enbiya: 104, 105, S. Ateş çev.)

Naci Çelik

0 Comments:

Yorum gönder